Günlük yaşamda, yolunda gitmeyen şeyler katlanıyor ve bunların bireysel olduğu kadar toplumsal nedenleri yeterince sorgulanmıyor. Toplumun sorunları bireylere yansımakta, bireylerin sorunları da toplumu etkilemekte. Yani toplumsal ve bireysel sorunlar birbirinden ayrı değil, iç içe.
Bu arada, kitleleri saran, hareketsiz bırakan bir yaşam tarzına tanık oluyoruz. Aslında buna ( doğru anlatımla ), yaşam tarzı denemez. Yaşam belirtisi ya da yaşam kavgası diyebiliriz. Çünkü solgun tablo, bu tanımın ötesinde canlı ifadeler sunmuyor. Yarı ölü, yarı diri bir çırpınış var.
Gerçek anlamda tercihler yerine, otomatik gerçekleşen eylemlerde bulunuyor çoğu insan. Belki de o insanlar gönüllü, istekli değiller, yaptıklarına izleyici kalmaktan dolayı rahatsızlık duyuyorlar ama akıntılarda sürüklenmekten kurtulamıyorlar. Eğitimi ele alma yöntemi, karşı cinse yaklaşım biçimi, yaşama bakış, dünya gerçeklerine bakış, zihinlerine gelip yerleşiyor, yerleşenler ezberleniyor.
Rahmetli yazarlarımızdan Aziz Nesin, bu konularda keskin konuşurdu ve tepki alırdı. Geldiğimiz noktaya bakarak, toplumumuzun düşüncelerinin, gerekli düzeylerde işlemediğini anlayabiliriz. Dağarcığımızdakileri sunmakla tuzaklardan kurtulamadık. Yarınlarımızı dışarıda hazırlayan yabancı elleri itmeliyiz ki rahat nefesler alabilelim, yaşama daha özenle bakabilelim. Uyuşukluğumuzu aşıp umutlarımızı selamlayan düşüncelerle yeni bir zemin yaratabilelim.
Bugün, her şeyi iyi bildiğimizi, her şeyi sağlıklı düşündüğümüzü iddia ediyoruz. Bilincimizin açıklığını savunuyoruz ama ne yazık ki insani tepkilerimiz zaman içinde kaybolmuş ya da çok azalmış: Ürkmek, şaşırmak, mahcup olmak, rahatsızlık duymak, sıkılmak, gerilmek, hayal kırıklığına uğramak, zehirlendiğini hissetmek, aşık olmak gibi. Önemli bir gerçeği fark ettiğimizde, bu insani belirtileri anında gösterebilmeliyiz. Gösteremiyoruz. Bir şeyleri, kendimizin fark etmesi gerekiyor. Televizyon kanallarından kavramaya çalışmak, emeksiz - sağlıksız kazanım oluyor. Çok hızlı buharlaşıyor.
Uyanma yolunda, büyük adımlarla mücadelemizi başlatmalıyız. Sadece politik inançlarla, sosyal inançlarla, psikolojik inançlarla değil tüm çürük inanç sistemleriyle mücadele ederek onların bizlere onaylattıkları değerlere yeniden, özgürce değerler biçmeliyiz. Bunu yapamadığımızda: Güdümlü robotlar olmaya devam ederiz. Kıyamete kadar böyle gider. Neden gitsin ? Ne zaman mutlu olacağız ? Ne zaman borçlarımızdan kurtulacağız ?
21. yüzyılın uygar batı toplumlarında, papazlar yardımıyla kiliselerde hala günah çıkaran, günahlarından böylece arındığını, temizlendiğini sanan zavallı insanları anlamak yerine, bu tür davranışların saçmalığını, gereksizliğini, onları kırmadan anlatmak büyük kurumların, medyanın işi ama dönen yel değirmenlerini kimse durdurmak istemiyor. Kimse riskli işlere soyunmak istemiyor. Zaten kökleşmiş, sektör haline gelmiş, kutsallık giydirilmiş yapılardan rant sağlayanlar, kurulu düzenin yaşaması için her yolu denemekteler. Papazlar, sevgi dolu insanlarsa gerçekten, tarihteki Haçlı Seferlerini neden desteklemişler, kışkırtmışlar ? İsa’yı, Tanrı’nın oğlu kabul etmeleri, Hıristiyanlığı diğer dinlerden üstün görmeleri gibi abartılı görüşler günümüzde hala yaygın.
Bizdeki ego ve zevk düşkünlüğü ayrı bir sorun. Cahilliğimizin ince bir şekli. Çünkü eğer insan gerçekten aydınlanmış, gerçekten bilgili olabilse, bedensel çalışmalarından aşırılığa kaçmadan zevk alır. Bunu başaranlar, yani yaşamında ölçülü olanlar: Organizmanın aldatılamayacağını, doğanın aldatılamayacağını ve sonuçta içgüdülerinin gereksinimlerinin daha ötesine gittiğinde, bedelini mutlaka ödeyeceğini bilenler. Bedenimiz, çelik, taş değil: Etten - kemikten yapılmış.
Doğaya rüşvet verilemez. Doğa, ancak işleyişiyle ilgili bilimsel bir çalışmayı kabul eder, hoş karşılar. Kimseye acımaz, kimsenin elinden tutmaz.
Sigara, alkol, uyuşturucu tüketimi, kumar alışkanlığı, cinsel sapmalar, fazla beslenme kişinin sonunu hazırlıyor. Kurban, tehlikenin farkında ama o gün aldığı zevkin daha sonra ödemesi gereken bedele değdiğini düşünüyor ya da hiç bir şey düşünmüyor. Dünya umurunda değil. Varlığına, dolayısıyla iç organlarına saygısı yok. Zaman geçiyor, ödeme tarihi geliyor. Teslimatı ertelemek mümkün değil. Sağlığını yine kendi elleriyle veriyor. Ağlamanın - sızlamanın yararı olmuyor. Rüzgar ekildiğine göre, fırtına biçilecek. Fırtına kasırgaya da dönüşebilir. Nuh Tufanında kaybolmak da olası.
Bana ne, ben karışmam, beni hiç ilgilendirmiyor diyerek toplumda yaşayan kötü alışkanlıkların kontrol edilmesinde sorumluluk almayı sıklıkla reddediyoruz.
Örneğin: Kuruyan, küflenen ya da gereğinden çok satın alınan ekmeği çöpe atıyoruz. Büyük saygısızlık, büyük sorumsuzluk. Bahçeye, terasa bırakılsa kuşlar mutlaka görüp tüketecekler. Geçmişte, kıtlık günlerinde büyüklerimiz, bugün beğenmediğimiz o ekmekleri yemişler, cephelerde savaşmışlar üzerinde yaşadığımız topraklar için.
Örneğin: Oturduğumuz yerden geçmekte olan bir cenaze otosunu gördüğümüzde hemen ayağa kalkmak zorundayız. Kalkamıyoruz. Önemsemez olduk. Ölenle ölünmez gibi geçiştirici sözler…
Örneğin: Arabası olan biri ( eğer arabasıyla bütünleşenler kategorisine dahilse ), kaybettiği yakınının mezarının dibine kadar arabasını yanaştırıyor. Amacı: Ziyaret. Aslında, aracın dışarıda bırakılıp yürüyerek girilmesi gereken bir mekan orası. Dünyamız içinde başka bir dünya. İnsan, bu dünyanın makam ve zenginliğiyle oraya girmemeli ama rahatça giriliyor. Motosikletle tur atılıyor içeride, müzik dinleniyor, dahası şarap bile içiliyor. İçildikten sonra şişe kırılıyor.
Örneğin: Emekli ve bir kurumdan her ay düzenli, yeterli maaş alan bazı insanlar, bir işletmeye, bir ofise gidip, duygu sömürüsüyle, çay - sigara masrafım çıksın yeter mantığıyla işe başlamakta. Daha doğrusu kendilerini işe aldırmakta. Öbür yanda yoksullukla, güç koşullarda yüksek eğitimini tamamlayan başarılı, tertemiz bir genç, aç kalıyor. Gözleri ağlamaklı. Karamsar ruh haliyle, kahve köşelerinde zaman öldürüyor. Suç işlemeye çok yatkın. Çünkü sürekli bir gerilim içinde. Gençlerimiz bunu hak etmiyor. Hiç bir hükümet işsizliğe çözüm getirmedi ülkemizde. Geçim sıkıntısıyla çok yuvalar dağıldı. Bunlar hepimizin sorunu.
Felsefeci Albert Camus diyor ki: İnsanın tek başına mutlu olması utanç vericidir.
Eğer utanma duygularımız törpülenmişse: Toplumumuzun içine düştüğü pozisyonlar bizi hiç etkilemez. Bizi etkileyip üzen şey: Şahsi çıkarlarımıza yapılan saldırı olur sadece.
Bencilliğin içinde boğuluyoruz. Nereye kadar ?
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Kı nadan eline düşmeye gevher
sanır nadan anı bir kuru mermer
ya alır kem bahaya satar anı
ya olur bırakagör kalur ebter
Bir gün, uzun saçlı, geçkince bir delikanlı geldi, masama yazılar bıraktı. Şiirler, denemeler, eleştiriler. Baktım, okudum, etkilendim.
Daha sonraki günlerde oturduk konuştuk, belli seviyelerde diyaloglarımız oldu. Felçli, bakıma muhtaç bir babası vardı ve ondan hep saygıyla, sevgiyle bahsediyordu.
Babasının tek oğluymuş. Annesi önceden ölmüş. 80 yaşın üzerindeki babasını el arabasıyla, heyecanla gezdirişlerini hiç unutamam.
Öğretmen evinde bir akşam babasına sordum: Aranızdaki bu muhabbetin sebebi ne ola diye ? Bana: Biz birbirimizin sözü üzerine söz koymadık hiç dedi. Son günlerinde, uzun sakallı, gülümseyen yüzü gözlerimin önünde bir şimşek gibi görünüp gizlendi.
Babasının cevahiri, benim de cevahirim.
Hüseyin büyük yıkımlar yaşadı.
Sıcak yaz gününde, tatil dönüşümde, bana, babasının öldüğü haberini verirken gözleri yaşla doluydu. Koşup geldi. Sarıldık, ayak üstü birlikte ağladık kaldırımda.
Beş yıldır tanışıyoruz. Sözlerini, davranışlarını ve uğraştığı işleri bir cümleyle özetlersem: İncelik, nezaket, kibarlık. ” haddeden geçmiş nezaket. Ya’lu bal olmuş sana ” dendiği türden bir nezaket.
O, bir Hay İbn-i yakazan’dır gözümde. Çocukluğunda, bırakıldığı adada, bir geyik tarafından emzirilip büyütülen Hay İbni-i yakazan yani. Absal ve salamunun ilahi tebliğini tereddütsüz kabul edip ayrıldığı yurduna dönen fakat orada değeri takdir edilemeyen Hay İbn-i yakazan.
Ey İbn-i Tufeyl, bu hikayeni sen, Hüseyin Evcil için mi yazdın ?
Babasının cevahiri için mi yazdın ?
Değerin bilinmediği, değersizin değerli sayıldığı bir zamandayız. Adil olamıyoruz. En alt sıralarda bulunan en küçük bir değeri en yükseklere kaldırıp koyuyoruz. Ne yazık ki çoğumuz, sadece yeme içme ve cinsellik için yaşıyoruz. Bu nedenle gevherleri ( cevahirleri ) kuru birer mermer parçaları sanıyoruz. Ölümlerini bekliyoruz manevi miraslarına konmak için, yaşamları hakkında arkalarından konuşmak için; Buğday Dede’ye, Ali Baba’ya, Balım Sultan’a, İbn-i Melek’e şimdi yaptığımız gibi.
Bu gibi kişiler toplumda birer ışıktır ve etraflarında pervane olmak gerekir bence ölümlerini beklemeden.
Yukarıdaki Eşref oğlu Rumi’nin kısa şiirini lütfen bir kez daha okuyalım.
____________
nadan : kaba, görgüsüz, adam olamayan insan
gevher : cevher
kem bahaya : ucuz fiata
bıraka gör : bırakmış, terk etmiş
epter : nasipsiz
Ülkemizin ve bölge ülkelerinin günümüzde karşılaştığı en büyük problem emperyalizm. Emperyalizmin amacı: Bölgenin doğal kaynaklarını ve zenginliklerini sömürmek, haçlı hegemonyası kurmak.
Amerika, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 24 ülkenin sınırlarını ve rejimlerini, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi adı altında değiştirme işlemine başladı. Bu işlemin basamakları var. Uzun bir merdivenden derin kuyuya inilecek yavaş yavaş, ağzı kapanan kuyuda yangınlar çıkabilecek.
Yunanistan’da yayınlanan Katimerini gazetesinin haberine göre: Yunan Politik Araştırma ve İletişim Merkezi, ülke genelinde yaklaşık 2 bin kişiyi kapsayan bir kamuoyu araştırması yaptı. Bu araştırmada amaç, sosyal konularda halkın eğilimlerinin belirlenmesi. Sonuçlara bakıldığında, yanıtlar çapıcı. Çünkü insanların kafalarında, Türkiye dahil başka komşu ülkelerle ilgili olumlu düşünceler yok. Kendi egemenlikleri altında olmayan Yunan toprakları biçiminde tanımladıkları bölgeler şunlar: İstanbul, Ege kıyıları, Karadeniz kıyıları, Kıbrıs, güney Arnavutluk, güneybatı Makedonya. Bu bölgelerin, aslında kendi toprakları olduğunu düşünüyorlar.
İstanbul için: Her 100 kişiden 40’ı,
Ege kıyıları için: Her 100 kişiden 37’si,
Karadeniz kıyıları için: Her 100 kişiden 32’si,
Kıbrıs için: Her 100 kişiden 60’ı, hala kurtarılamayan vatan toprakları ifadesini kullanıyor.
Büyük Yunanistan hayallerinin bitmediği anlaşılıyor. Büyük hayaller, büyük projeler hep gündemde: Büyük İsrail, Büyük Ermenistan, Büyük Britanya gibi … Yeryüzü paylaşılamıyor.
Konu, Türkler ve Türkiye olunca, çoğu ülkenin öfkesi, tahammülsüzlüğü öne çıkıyor. Varlığımız problem oluyor bir anda. Kimi batı ülkelerine göre: Türk ulusu yapay olarak yaratılmıştır. Türk, bir ulusun, bir halkın adı değil, sadece bir dil grubunun adıdır. Zaman içinde, düşmanlığın etkisiyle çok şey söylendi. Vize uygulaması bir aşağılama zaten.
Bugün ABD ve Avrupa ülkeleri toprak bütünlüğümüze saygı duymuyorlar. Haritalar üzerinde vatanımızı bölüp, toplantılarda kısmen Kürdistan, kısmen Ermenistan olarak sunuyorlar. Türkiye, hiç bir zaman, hiç bir ülkenin bir karış toprağını istemedi. Fakat 1984 yılından bu yana dış destekli, yoğun terör saldırılarına maruz bırakıldık.
Yunan basını, arada incelendiğinde, dikkate değer görüşler göze çarpıyor. Yunanlılara göre: Fener Patrikhanesi ( İstanbul Rum Başpiskoposluğu ), Türkiye dışında kendisine idari yetki açısından bağlı kiliseler bulunması nedeniyle uluslar arası bir sivil toplum örgütüdür.
Bilindiği gibi, Osmanlı döneminden bu yana İstanbul’da bulunan Patrikhane, 1923 Lozan Barış Konferansı sürecinde bizzat Atatürk tarafından Türkiye’den gönderilmek istendi. Patrikhanenin İstanbul’da kalabilme koşulu, idari ve siyasi yetkilerinden arındırılmış, bu yetkilerini kesinlikle bırakmış olarak, Ortodoks Hıristiyan gayri müslimlerin ( Rumlar ) sadece dini, ruhani yani ilahi konularıyla ilgilenmek. Statüsü, dini inançlarla sınırlanmıştı. Atatürk ayrıca, Mason Localarının da kapatılması için emir vermişti daha sonraki zamanlarda. Çünkü locaların, kökü dışarıda ve tehlikeli bir yapılanma olduğunu biliyordu.
Bugün, Evrensel Patrik, Evrensel Patrikhane unvanları Yunanlılar ve Batılılar tarafından ısrarla, her yerde kullanılıyor. Biz, bu sözde unvanları - makamları hukuken tanımadık, tanımıyoruz. Lozan Konferansının ardından Atatürk, Patrik terimini hiç kullanmamış, yeri geldiğinde Başpapaz sözcüğüyle hitap etmiştir.
Yunan devleti, bütçesinden her yıl severek, Patrikhaneye yaklaşık 12 milyon Euro ( 4 milyar drahmi civarında ) yardım ayırmakta. Bu arada, Amerika’da yaşayan büyük servet sahibi Helenler de, Patrikhaneye gönüllü maddi yardımlarda bulunuyorlar. Ofikialon adlı dini bir derneğe üye olan zengin işadamları, maddi desteklerini bu kanaldan sürekli Fener’e ulaştırıyorlar. Dernek, Bizans döneminden bu yana faaliyetlerini eksiksiz sürdürüyor. Üyeleri, yüksek mevki sahibi insanlar. İşadamları, hakimler, profesörler ağırlıkta.
Günümüzde, İstanbul Rum Başpiskoposu Bartholomeos, Lozan’da varılan mutabakata aykırı davranışlarda bulunmakta, idari yetkinin ötesinde, önemli bir siyaset adamı gibi devlet başkanlarıyla ilişkilerde bulunup onlarla ortak hareket etmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin Diyanet İşleri Başkanı böyle rahat hareket edebilir mi ? Hayır. Bu ölçülerde kabul görür mü ? Hayır.
Bartholomeos, Patrik, Yeni Roma Evrensel Patriği gibi unvanları kullanarak dünyanın dört bir yanındaki Ortodoks kiliseleri üzerindeki egemenliğini, Türkiye resmen ve hukuken tanımasa da kullanmaya, etkisini arttırmaya uğraşıyor. Hayali şu: Türkiye, günün birinde Avrupa Birliğine üye olduğunda, diğer üye devletlerde bulunan Ortodoks Hıristiyan toplumların da dini lideri olmak. Başka bir ifadeyle: Yeni Roma Ekümenik Patriği ( Ortodoks Hıristiyanların Halifesi ).
Sınırlarımız içinde böyle bir çarpıklığa katlanıyoruz, başka çarpıklıklara katlandığımız gibi. Çünkü teraziyi elimizden almışlar. Bugün, terör konusunda da belirleyici hassas terazi İngiltere ve Amerika’nın elinde.
Atina’da yayınlanan, To Vima gazetesindeki bir inceleme yazısında şu cümleler yer almakta: İstanbul’un 15. yüzyılda Fatih tarafından alınmasından sonra Patrikhanenin de şanı son bulmuştur. Fakat her şeye rağmen Türkler, Ortodoksluğa saygı göstererek, Patrikhaneye ve Patriğe imtiyazlar tanıdılar. Türkler, Patriğin bir milletin lideri olduğunu kabul ediyorlardı ve bu nedenle bir dizi özel imtiyazlar tanımışlardı. İzmir’de yaşanan son felaketin ardından Lozan Belgesi imzalanınca, Evrensel Patrikhane eski günlerindeki şanını yitirerek, basit dini bir dernek olarak tanımlandı ve imtiyazları iptal edildi. Patrikhanenin Türkiye devletiyle ilişkileri valilik düzeyine indirildi. Karşılıklı mübadele ile Patrikhanenin cemaati, mürit sayısı önemli ölçüde azaldı. Bizans’ın parlak tarihinden geriye ne kaldı ? Türkiye, Patrikhaneyi Tüzel Kişi olarak tanımıyor ( yasa ile tek kişi sayılan topluluk ). Türkler, Küçük Asya felaketinin ardından sürekli olarak Evrensel Patrikhanenin ve Patriğin yüce itibarını zedeleme, İstanbul’dan kovma amacını gütmüşlerdir. Tam anlamıyla bir Yunan kurumu olan Patrikhane evrensellik niteliğini kaybedecek olursa Yunanistan Başpiskoposluğu bundan çok zararlı çıkacaktır. İstanbul evrensellik niteliğini kaybederse bu nitelik Moskova’ya geçebilir ve Yunanistan Başpiskoposu diğer ülkelerdeki sıradan başpiskoposlar arasına girer. Bunu istemiyoruz.
Herkesin çok şey yapmak istediği ortada. Asıl önemli ve üzücü olan: Gücünü güçsüzler üzerinde kullanan onursuz, doyumsuz ülkelere karşı bir yaptırım planı oluşturulamıyor.
Yarınlar ne getirir, birlikte göreceğiz. Başımızın ağrıyacağı kesin.
Claudius
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Çok sevdiğim halde, uzun yıllar, evimde bir kedinin yaşamasına izin vermedim.
Öğrencilik dönemimde, sevilmeyi, saygı görmeyi hak eden, güzel görünümlü bir kedim vardı. İnce davranırdı. Bir şey öğretmek için uğraşmadım. Babamla yemeğimizi hazırlarken, biz yerken, asla mutfağa girmez, uzaktan izlerdi. Gözlerini dikip bakmaz, baktığı zamanlar mutlu olduğunu yüzündeki ifadeyle anlatırdı. Yaşamının bütün kritik safhalarını yaşamış, kabuğuna çekilmiş olgun bir insana benzetirdim. O kadar alçakgönüllü ve yumuşaktı ki, babam: Oğlum, derviş bu derdi.
Askere gittiğimde, depresyona girmiş ve bir gece fenalaşıp ölmüş. Ölümüne yakın, ocaktaki odun küllerinin içine girmiş. Babam anlatmadı. Daha sonraları anlattığında ise, gözlerim doldu, tuhaf oldum. Sanırım o kedinin anısına saygısızlık yaparım endişesiyle kedisiz kalmayı tercih ettim. Alerjimi bahane edip, çok beğendiğim minik kedileri eve götürmekten kaçındım. Hayallerim kafamda kaldı. Ne zaman gri ya da sarı bir kedi görsem, bende bir heyecan başlar. Başını, sırtını okşarken, sokaklarda geçen sıkıntılı yaşamını düşünürüm.
Evcil hayvanlar konusunda büyüklerimiz: Canlı mahluk, mesuliyetli iş derlerdi. Aynı sözleri rahmetli babamdan da duydum: Ne tür canlı olursa olsun, evde bakımının büyük sorumluluğu vardır. En iyisini yapamayacaksan, hiç dokunma derdi.
Geçen ay, gittiğim kafenin yanındaki inşaatta gördüğüm bir kedi dikkatimi çekti. Yaş olarak, küçükle büyük arası, sarı renkli, ayakları ve kuyruğunun ucu beyazdı. Yakından baktım. Sevimliydi. Götürmeden önce evde kalacağı yeri hazırlamak istedim. Yatık duruma getirdiğim, yerden 20 cm. yüksekliğindeki ağaç takozların üzerine oturttuğum kalın buzdolabı kutusu ( yatak odası ve salon birleşik ). Zemini kumaşla kapladım. Bu karton evin yanında, küçük kum alanı, yeme - içme kapları vardı. İlerleyen günlerde marketten hazır mamalardan alacaktım. Güç koşullardan gelen bir kedinin, burayı mutlaka benimseyip seveceğini sanıyordum ( iyimserlik ).
Elimde küçük bir kutuyla, bulunduğu yere gittim. Zorluk çıkarmadan kutuya girdi. Yüzüme baktı şaşkınlıkla. Kutunun kapaklarını kapatıp oradan ayrılmak üzereydim ki, annesi ortaya çıktı. Soğukkanlıydı. Öfkesi, kızgınlığı yoktu.
Eve geldim. Kutudan çıkan ufaklık, önce sütü içti. Sonra, hazırladığım odaya girdi. Odadan çıkıp çevreyi inceledi. Bu arada, salonun iki ayrı noktasında bulunan kırlangıç yuvalarındaki yavru kuşların çıkardığı sesleri dinledi. Altlarına gidip aşağıdan merakla onları izledi. Sık sık, odasına girmesini sağlıyordum. Bir ara uyudu. Ben de rahatladım.
Uyandığında, oldukça tedirgin ve korkuluydu. Bağırmaya başladı. Tuvaletini yaparken bile acıklı, boğuk biçimde bağırdı. Bir sorun vardı, gergindi. Kanatlanıp uçmak ister gibi, avludaki uzun asmaya tırmandı. 6 metre yükseklikten komşu binalara atlasa, bütün kemikleri kırılabilirdi. Aceleyle merdiven kurdum. Tutup kucağımda indirdim. Sevindi, yerde yuvarlandı birkaç kez. Hemen bir ceviz buldum. İtti, arkasından koşturdu. Tutup havaya kaldırdı. Oynaması için ping pong topu olmalıydı o anda. Uzak köşeden doğal hareketlerini izledim. Fakat acı acı miyavlaması canımı sıktı. Anlaşılan, alıştığı bir yer vardı ve burayı yadırgıyordu.
Özenle ayaklarını yaladı. İkinci kez asmaya çıkmak istedi. Engel oldum. Bağırmaları arttıkça, yapacağımı düşündüm. Komşu teyzenin gönderdiği tavuklu pilavdan verdim. Çok az yedi. Sakinleşmedi, bütün gece bağırdı. Bir arkadaşı, kardeşi olsa böyle bağırmazdı belki.
Ertesi sabah, gerginliğine dayanamadım. İstemeyerek, aldığım yere bırakmaya karar verdim. Zorlamak doğru değildi.
24 saat sonra, aynı kutuyla götürürken, mahcubiyet duygularıyla, yolda kendimi kötü hissettim. Kedi açısından çok olumsuz olamazdı. Düzensiz beslenecekti ama alıştığı çevrede, annesinin yanında ve kendi seçimleriyle yaşayacaktı.
Bir hafta sonra tekrar gördüm. Gece 01 sıralarıydı. Tuğla yığınının üzerinde uyukluyordu. Okşadım. Üşümüştü. Tüyleri soğuk, gözleri yorgundu. Beni tanıdı ve başını uzattı. Ağlayacak gibi oldu. Çok okşadım. Bisküvi uzattım. Baktı, isteksizce yemeye çalıştı. Sadece bir kez miyav diyebildi. Yüreğimi tırmaladı, içimi sızlattı. Elimi çektim. Ayrıldım. Derin nefesler aldıran dokunaklı bir ayrılış. Sanırım kendi başarısızlığımın burukluğunu yaşadım. İz bırakan geceydi.
Ertesi gün, daha ertesi günlerde ve gecelerde görmek, okşamak istedim ama artık yoktu. Ne oldu, nereye gitti bilmiyorum ?
Hayallerime hüzün katarak kayboldu gitti. Kaybetmemeliydim ama kaybettim. Bu olay vicdanımı hep kanatacak.
Bugün bir grup medya; bir filozof gibi, bir hekim gibi, kendi kafamızla düşünemeyeceğimiz ve kendi kendimizin yargıcı olamayacağımız miktarda uyuşturucu bilgi ve görüntü sunuyor. Sunduklarını kabul ediyoruz. Geçmişten, gelecekten kopuyoruz ve büyük cinayetlere ortak oluyoruz.
Alman, Fransız, İngiliz, Danimarka’lı, Hollanda’lı fark etmiyor. Yabancılara fabrika ve toprak satışından hep rahatsızlık duydum. Parasal güçleriyle, güzel deniz kıyılarımızı satın alıp, çevreden kendilerini tel örgülerle soyutlayarak, buralarda siteler, koloniler kurmalarından hep rahatsızlık duydum ama ipin ucu kaçtı. Çünkü yaptıkları her şey yasal görünüyor.
Varlık nedenimizi iyi bilmek için, tarihe dikkatle baktığımızda, dün nasıl bir cehennemin ortasında bulunduğumuzu, oradan nasıl sağ kurtulduğumuzu ve düşmanları nasıl kovduğumuzu anlayabiliriz. Topraklarımız bugün, nankör zihniyetlerce yağmalanırken, yaşayan her Türk insanının, sert tepkiler göstermesi gerekirdi. Avrupa Birliğine uyum denilen, yeni mandacılık akımlarıyla, Türkiye’nin dışa bağımlı duruma getirilmesine, yaşayan her Türk insanının sert tepkiler göstermesi gerekirdi.
Geçmişte, Türkiye’yi ölüme mahkum eden, ünlü Sevr Antlaşması, 10 Ağustos 1920’de imzalandı. Sadece Arabistan’ı, Suriye’yi, Mezopotamya ve Filistin’i kaybetmekle kalmadık, bütün Trakya’nın, İzmir ve Ege Bölgesinin, İtalyan işgalindeki Güney Anadolu’nun ve sonunda Doğu Anadolu’nun düşman ülkelere teslim edilmesi kararlaştırıldı. Böylece Türkler, Kuzey ve Orta Anadolu’daki bir karış toprağa çekilmeye zorlandı. İstanbul, uluslar arası bir manda altına alındı. Bu sonuç, Türklerin, yüzyıllar boyunca emekle, kahramanca ve kanlarını dökerek, kültürlerini yaşattıkları, dünyaya hükmettikleri bir sistemin yıkılışı oldu. Osmanlı hanedanının son padişahı Altıncı Mehmet Vahdettin’in varlığı, otoritesi, küçük bir gölge gibi kaldı.
Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları üzerinde: Düzen bozukluğuyla, halkın umutsuzluğuyla, iç savaşla, Yunan saldırısıyla, Ermeni ve Kürt isyanlarıyla, irticai çıkışlarla mücadele etmek zorundaydı. Batılı devletler, Yunanlı dostlarını, Anadolu’yu savunanları imha etmek üzere görevlendirdi ve harekete geçirdi. İngilizler, Boğaz’ın Anadolu yakasına çıkarma yaptılar. Türkleri batıdan doğuya doğru yenilgiye uğratmak ve Ankara’yı ele geçirmek istediler. Kendilerini Aşil’in evlatları diye tanımlayan, Asya’da Yunan kolonileri kurma hayalleriyle büyülenmiş Yunan yöneticileri vardı o dönemlerde.
İngilizler, sık sık ve ikiyüzlülükle: Türk - Yunan anlaşmazlığında tamamen tarafsız olduklarını açıkladılar. Oysa Yunanlıları kışkırtan, yönlendiren, silahlandıran ve istihbaratı sağlayan kendileriydi ( belgelerle kanıtlanmıştır ).
Anadolu hareketine karşı hareketler, daha Sivas Kongresi günlerinde başlatılmış olup, bunlar 1919 - 1920 yılları arasında, İstanbul Hükümetinin ve İngilizlerin yoğun çabalarıyla, yaygın ve genel ayaklanmalar biçiminde görüldü. Fakat tümü bastırıldı. İsyancıların liderleri idam edildi.
Başlıca isyanlar
1- Ali Galip’in kışkırttığı Kürt hareketi
2- Bayburt’un Hart nahiyesinde Şeyh Eşref isyanı
3- Konya’da Bozkır isyanları
4- Marmara Bölgesinde Anzavur isyanları
5- Bolu - Düzce - Gerede isyanları
6- Yozgat’ta Çapanoğulları isyanları
7- Konya’da Delibaş isyanlarıdır.
5 Ağustos 1921’de Yunanlılar, Sakarya’da Türklere ağır bir darbe indirme hazırlıkları yaparken, Meclisteki anlaşmazlık ve dedikodulardan usanmış olan Mustafa Kemal kürsüye gelerek: Memleketimiz ölüm tehlikesiyle karşı karşıya. Zaman, harekete geçme zamanıdır. Tartışmalarla, nutuklarla oyalanma zamanı değildir. Başkomutanlık görevinin, Meclis yetkileriyle birlikte şahsıma verilmesini istiyorum. Çünkü asker benim ardımdan gelmeye kararlıdır dedi. Meclis, Mustafa Kemal’e mutlak yetkinin verilmesini onayladı.
Sakarya vadisinde, bunalmaktan öte, yakıcı - kavurucu bir Ağustos güneşi altında, 22 gün boyunca kanlı ve vahşi bir savaş yaşandı. Bir alayımızın yüzde sekseni, bir başka alayımızın tamamı yok oldu. Göğüs göğüse yapılan çatışmalarda, 7 değerli kumandanımız şehit oldu.
Türk ordusu : 45.000 tüfek, 177 top ve 5.000 süvariden, Yunan ordusu ise: 88.000 tüfek, 300 top ve 1.500 süvariden oluşuyordu. Tüfek hesabiyle, Sakarya savaşına katılan düşman piyadeleri, bizim iki mislimiz kadardı. Özellikle makinalı tüfek adedi, bizimle karşılaştırılamayacak ölçüde fazlaydı. Yorgun Mehmetçik, sınırlı gıda ve sınırlı cephaneyle, canını dişine takarak, düşmanı 300 kilometre batıya çekilmek zorunda bıraktı ve 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e ulaştı. Yunanlıların denize dökülmesiyle birlikte, İngiltere hiç silah kullanmadan İstanbul’dan çekildi ve Sevr Antlaşmasına imza atan bütün emperyalist ülkeler tıkandılar, saldırgan duyguları bir parça geriledi.
Çok yıpratıcı çatışmaların ardından, düşmanı geri püskürtmemiz, karşı saldırıyla takibe koyulmamız bütün dünyanın ilgisini çekti. Anadolu’da kurulan yeni Türk devletinin, ruhunun ve gücünün mükemmel bir orduya dayandığı ve büyük bir ustalıkla idare edilmekte olduğu düşüncesi gelişti. Ordumuz ve komutanlarımız örnek alındı.
Yunan gazeteleri, o tarihlerde: Ulaşım araçlarının eksikliği ve Türklerin direnişi nedeniyle Ankara’ya girme düşüncelerinden vazgeçebileceklerini yazdılar. İtalyan ve Fransız basını da: Yunanlıların mağlubiyetlerini gizlediklerini yazdı. Yunanlılar, kompleksleriyle uzun zaman, biz mağlup olmadık diye dünyayı aldatmaya çalıştılar ve bu konuda birbirlerine girdiler. Yunanistan Başbakanı Gunaris, olumlu bir etki yaratmak için ve ortak hareket olanakları kurmak için, Sakarya savaşının ardından Avrupa başkentlerini dolaştı. Fakat bu beklentisine hiç bir yerden yanıt alamadı. Beklediği ilgiyi görmedi.
Bugünü yaşarken dünü asla unutmamalıyız. Ne olursa olsun, yüreğimiz ve vicdanımız susmamalı. Gidebileceğimiz ikinci bir vatan yok.
Bir çok şeyi yeniden sorgulamalıyım: Yaşamayı, dostlarımı, akan göz yaşlarımı. Kalemi alıp yazacağım sırada, zamanın gerçekten doğru olup olmadığını düşünmek ve en dinamik sözcükleri seçmek, yararlı bir yöntem olabilir belki. Büyük bardakla çay alayım önce.
Yaz sıcağından yakınmak yerine, yeşilin tonlarını daha dikkatli incelemeliyim. Sonbaharla zaten sık buluşuyorum.
Sezgiler, deneyimler, insanı sıkıca kucaklayıp başka dünyalara götürüyor. Fakat oralarda da sürüp gitmekte olan sıkıntılar, gerilimler var. İnsan, duygularının yörüngesinde kanatlarını onarmadan inişe geçebiliyor, kasırgayla sürüklenebiliyor ya da hassas zeminlerdeki yeni bir canlı türü gibi, yalnızlığını daha yoğun yaşayabiliyor.
Yaşam yolculuğunda, bize ait olduğunu sandığımız şeyler, zaman içinde, bizi terk edecekler ya da biz onları terk edeceğiz. Gelip geçici bir mekanda yaşadığımızın kanıtı bu. Günün birinde, artık sevdiklerimizle paylaştığımız bu yaşantımızdan kopup ayrıldığımızda, iletişim kurduğumuz varlıkların yüreklerinde, düşünce ve sevgi adına bir şeyler bırakabilmeyi başarabiliriz. Aslında, o varlıkları tüm derinlikleriyle tanımamız gerekmez. Bir varlıkla, sadece bir kez karşılaşıp, onu bir daha göremeyebiliriz. Fakat doğal titreşimlerin, iki varlık arasında gidip gelmesiyle, o an hoş bir sıcaklığı yüreğimizde hissedebiliriz.
Yaşamımızı sevsek de, sevmesek de: Kendimizi anlamak ve yaşamaktan keyif almak için bazı nedenlere sahibiz. Hissetmek, üretmek zorundayız. Görmek için bakmak, gerçekten anlamak, kavramak, öğrenmek, yanılmak ve tekrar öğrenmek. Fakat, bilgilerimizin ve deneyimlerimizin geniş koleksiyonunu yani özgün dağarcığımızı, egomuzun gösterisine dönüştürmeden gelişmek.
Okuduğum bazı bilgiler, çarpıcı, donup kalıyorum. Tarih boyunca yaşamış, aykırı ve saldırgan kralları, diktatörleri düşünüyorum. Kimler gelmiş, kimler geçmiş derler ya. Kimileri, kendini Tanrı sanıyormuş. Yaşamın kısalığında, ne ağır hastalık, ne büyük zavallılık …
Dünyanın konumu ise, çok belirgin. Özgür değil. Kurallar, yasalar çerçevesinde hareket ediyor. Yaşamın sürekliliği için, hep güneş sisteminde kalmak zorunda. Uzayın büyüklüğünde, küçücük bir nokta.
Evrenin oluşumuyla ilgili teorilerden biri olan, Big - Bang ( büyük patlama ) teorisinin, deney ve gözlemlere dayanılarak, artık uzmanlarca kabul edildiğini biliyoruz. 1978 yılına kadar sürdürdükleri çalışmalar sonucu Nobel Ödülü alan, Penzias - Wilson’a göre: Başlangıçta, yani saniyenin trilyon kere trilyonda biri sonra, Evrenin yoğunluğu, yani bir santimetreküp evrenin ağırlığı, trilyon kere trilyon kere trilyon kilogram idi. O andaki ısı ise, 1 trilyon dereceyi buluyordu. Bu ortam, yalnızca rakamlarla tanımlanabilir, bugün düşünebileceğimiz herhangi bir olaya benzetilemez ve bilinen bir fizik kuramı ile açıklanamaz. Başlangıçtan 0, 00001 saniye sonra, uzayda önemli değişiklikler oldu. Bu dönemi de, bugün bildiğimiz fizik ilkeleri ile tanımlama olanağımız yok ama, ısı dengesi gibi bazı ilkelerin geçerliliği ile lepton gibi bazı atom elemanlarının varlığı ileri sürülebilir. En önemlisi: Zaman oldu ve birinci saniyenin sonuna doğru artık fotonlar oluşmaya başladı. O anda Evren bir ışık küresi gibiydi. Isısı, 5 milyar dereceye düştü. Bu ısıda, fotonlar birleşerek elektron - pozitron çiftlerini meydana getirmekteydi fakat yüksek radyasyon nedeniyle tekrar parçalanmaktaydı. Yani henüz madde oluşmamıştı. Atom parçalarının her birleşme çabası, yoğun radyasyon tarafından bozulmaktaydı. Birinci saniye dolduktan, üçüncü dakikanın sonuna kadar önemli bir değişiklik olmadı. Madde parçacıkları, ancak üçüncü dakikadan sonra oluştu.
Ne kadar ilginç ve hayret uyandırıcı bir açıklama ...
Zaman, insanı, geleceğe doğru taşırken, yani yaşlandırırken, öncelikli kabul edilen şeyler, kaçınılmaz olarak değişime uğruyor. Fakat insan, belirli konular etrafında dolaşıyor hep. En anlamlı şey: İnsanın ilişkileri. Bebeklikten başlayan, ölümüne değin sürdürdüğü, iletişim diye tanımladığımız olgu. Her zaman, diğer varlıklarla iletişim halindeyiz. Çünkü aramızda asla vazgeçilemez bağlar var. Birileri, bizim için bir şeyler yapıyor ve biz de, birileri için başka şeyler yapıyoruz. Birlikte, karşılıklı iletişim ağları oluşturuyoruz. Yaşamımızın değerini yükselten, bizi yaşama bağlayan, yakınımızdaki ya da uzağımızdaki etkileşimler oluyor. Aşkımız, inançlarımız ve sevdiklerimiz uğruna, kendimizden bir şeyler verip, kendilerinden bir şeyler aldığımız, yani ince paylaşımlar içinde olduğumuz varlıklar olmasaydı, yaşamımızın anlamı, değeri çok azalırdı. Birileri hafızamızın köşesine kendi özel ismini yazdırıyor. Bize bir şeyler katıyor. Sonuçta, paylaşılan pozitif enerjiler yok olup gitmiyor, çoğalarak geri dönüyor.
Yaşama bağlanırken, para, mal, mülk yerine, kalıcı dostlukları, karşılıksız sevmeyi tercih edip, yeteneğimizle doğru - kesin bilgileri keşfettiğimizde: Geçen her saniyenin içinde bile, inşa edebileceğimiz güzellikleri rahatlıkla bulabiliriz. Bu arada, almanın - vermenin zevkini tadabiliriz.
John Rushkin’in bir sözünü anımsadım. Çabalamanın sonunda alınabilecek en büyük ödül, ele geçen kazanç değil, kişinin kendine kattıklarıdır diyor.
Grayson Kirk ise: Eğitimin en önemli işlevi, bireyin kişiliğini geliştirmesi ve yaşamının önemini kendi gözünde yüceltmesidir diyor.
Lisa Nichols’da: Evren düşünceden doğmuştur. İnsanın işi, Evren’e ayak uydurmak ve bunu yaşadığı dünya içinde kutlamaktır diyor.
Büyük, göz kamaştırıcı sahnede: Sevmek, vedalaşmak için uğraşıyoruz. Hep uğraşmışlar ve hep aynı sonuçlar …
İnsan olarak hepimizin yaşamı kısa ve riskli. Fakat doğanın bol zamanı var, acele etmiyor.
Ömer Hayyam demiş ki: Yaşam şarabı damla damla akar. Yaşam çiçekleri bir bir düşer.
Şehir dışına çıkıp yaşlı bir ağacın gölgesine sığındığımda, derinlere saplanan yılları, bir daha dönmemek üzere giden geçmişi düşünüyorum. Burukluk çöküyor. Hiç olmazsa, bundan sonraki günleri elimden kaçırmasam … Onlar da geçip gidecekler.
Her dönemde toplumların, yüksek kültürü ve gücü baltalanmış. Bazıları hızla yozlaşmışlar, yerlerini başkalarına bırakmışlar. 1) Perspektif görüşlerin bozulduğu, 2) Egoların, komplekslerin baş tacı edildiği, 3) Paranın ve kaba gücün erdemine inanıldığı, 4) Irkçılığın öne çıkarıldığı ülkelerde perde gerisindeki tehlikeli gruplar işlerini rahat yürütmüşler, kaleleri içten yıkmışlar.
Sonuçlar ( bağırırcasına ) doğruluyor ki: Öfkeli, vurucu bir zihniyet, yeryüzünün değişik noktalarında çatışmaları örgütlüyor, yolunun üzerinde bulunanları yumuşatıp yutuyor. Bencilliğini ve şehvetini, dev ölçekteki bir dışa vurumla, yaşama geçiriyor.
Savaş sever şirketler, ormandaki vahşi arslanlar, zehirli yılanlar gibi tetikteler; ısırmak için, daha çok büyümek için. Savaşlar, toplu kıyımlar, insanlığın en iğrenç felaketleri. Böylece, silah sektörlerinde devamlılık sağlanmış, karşıt fikirler çarpıştırılmış, aynı zamanda ahlaki değerler ters yüz edilmiş.
Uzaktan da olsa, savaşların dumanlarını görmeyi hiç istemezdim. Liderlerin kin dolu sözlerini duymayı da hiç istemezdim.
ABD’nin, abarttığı İran tehlikesine karşılık Suudi Arabistan ve beş körfez ülkesine 20 milyar dolarlık silah satmaya hazırlandığı ortaya çıktı. Savunma Bakanı Robert Gates ile Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, önümüzdeki günlerde Arap ülkelerini ziyaret edecekler, hazırlanan silah paketinin ayrıntılarını ele alacaklar. Bu görevli katiller, gülümseyen yüzleriyle, fotoğraflarda ne kadar masumlar.
ABD, Ortadoğu’daki en büyük müttefiki ve yoldaşını sakinleştirmek, kaygılarını gidermek amacıyla bir jest yaparak, önümüzdeki on yıl için İsrail’e, 30 milyar dolarlık karşılıksız askeri yardımı taahhüt etti. Yani her yıl İsrail’e verilen, 2.4 milyar dolarlık katkı, 3 milyar dolara çıkarıldı.
Sürmekte olan bütün çatışmaların ve sosyal çözülmelerin temelinde, kapitalist ideoloji yatıyor. Bu düşünce sistemi: Yalnızca kendi isteklerini tatmin etmek için yaşayan, egoist, insan sevgisinden uzak, geniş düşünemeyen, zavallı insan tipleri yarattı. Her bireyin, diğerini ezerek ya da kandırarak yükselme çabasında olduğu toplumlarda, barış ve huzurun bozulması da çok doğal.
Dünyada gelişen olayları daha net kavrayabilmek, olaylar hakkında farklı görüşleri öğrenebilmek, bu arada kendi sosyal ve politik fikirlerimizi de geliştirebilmek için basın organlarını izliyoruz. Medya, bunu en mükemmel biçimde kullanarak, topluma empoze edilecek seçilmiş fikirleri, değerleri, haberleri, yorumları ve diğer tanıtımları halka ulaştırıyor. Hazırlanan bazı programlar, insanda kalıcı bir koşullandırma sağlıyor.
İnsanı değerli ya da tehlikeli yapan şey, beynindeki düşünce ve yüreğindeki inanç. Türk insanının özgün düşünce üretimi azaldı. Kendisine dört yönden dayatılan aykırı düşünceleri sindirmekle meşgul. Yabancı beyinlerle düşünmekte olduğunu bir parça anlasa da, bunu çok önemsemiyor. Asil insanımız köleliğe doğru gidiyor. Dürüstlük, adalet, sevgi gibi kavramlardan yavaş yavaş uzaklaşıyor, duygusuz robotlar gibi paraya ve paranın sahip olduğu değerlere yöneliyor ne yazık ki. Her şey ortada. İlişkiler, işlenen suçlar ortada.
Binlerce yıldır var olmakla birlikte, resmi olarak kurulduğu 1717 yılından bu yana, Avrupa ve dünya tarihinde büyük etkileri, yönlendirmeleri görülen, uluslar arası bir örgüt var ki, o da: Masonluk.
Masonlar, çalışma sistemlerine ve etki alanlarına dair gerçekleri her zaman inkar ederek, hayır kurumu, arkadaş kulübü olduklarını belirtiyorlar söyleşilerinde. Oysa bünyelerine aldıkları, bazı devlet adamları, politikacılar, iş adamları, sözde düşünürler, sözde sanatçılar, sözde yazarlar aracılığıyla, hedef ülkenin iç ve dış politikalarını, hedef toplumun en dinamik noktalarını, kendi tasarımlarına uygun olarak değiştirebiliyorlar. Kesin, tartışılmayan bir şey: Localara kayıtlı üyeler, gönüllü - sonsuz teslimiyet içindeler ve yukarıdan gelen bütün emirleri uygulamak zorundalar.
Masonluğun kaynağı araştırıldığında, bu yapılanmanın, Yahudi çıkarlarının korunması için kurulmuş bir maşa örgüt olduğu anlaşılabilir. Masonluğu ve Kapitalizmi birer silah olarak kullanan Siyonizm ise: Yeryüzünde süregelen kaosların, huzursuzlukların çıkışında çok etkili.
Yahudilerin güçlerini keşfetmek kolay değil. Masonlar, Yahudilerle bağlantıları olmadığını ve bir hayır - yardımlaşma kurumu olduklarını söylüyorlar. Yahudiler de kendi haklarında anlatılanların iftira olduğunu, gerçekte son derece barışsever ve iyilik yanlısı olduklarını belirtiyorlar. Onların ifadelerine göre: Kurdukları bütün örgütler, dünya barışını sağlamak için, kardeşlik için, sevgi için.
1948 yılında, İsrail Devletinin kurulmasıyla, Yahudiler, yüzyıllardır özlem duydukları vaat edilmiş toprakların bir bölümünü ele geçirdi. Bu ele geçirme, anımsanacağı üzere, bölgeden toprak satın almakla ve işgalle gerçekleştirildi. Günümüze dönelim. Yahudiler açısından, dünya egemenliği yakın görülüyor.
Siyonizm, ülkemize de çengel atmış. İsrail’in Türkiye’ye bakışını, Fırat’ın doğusunda kalan topraklarımızın, değiştirilmiş Tevrat’ta bahsedilen, Büyük İsrail Devletinin sınırları içinde olduğu düşüncesi biçimlendiriyor. Tevrat, Yahudi felsefesinin temeli fakat zaman içinde değiştirilmiş, ilahi niteliğini yitirmiş bir kitap.
İsrail, din hükümlerine göre yaşanan bir devlet. Hahamlar, kendi narsist görüşleri doğrultusunda tahrif ettikleri Tevrat’a, Yahudilerin sahip oldukları üstün ırk inancını eklemişler. Tevrat’tan çok daha önceleri, kendilerinin bütün ırklardan üstün olduklarına ve dünyanın gerçek sahibi olduklarına inanmışlar.
Yahudi geleneklerinin ve ideolojisinin temel kitabı Kabala, Ruhban sınıfının geliştirdiği bir öğreti ve sapık inançlar üzerine kurularak yazılmış. Bu inançlara göre: Yahudiler, Tanrının seçtiği ve üstün kıldığı bir kavim. Yeryüzü onlara ait. Yahudi olmayanlar; Goyimler yani insan görünümündeki hayvanlar ve Rab Yehova, yalnızca İsrail oğullarını seviyor.
İncil dikkatle incelendiğinde, benzeri çelişkilerin bu kitapta da bulunduğu görülüyor. Ayrıca, İncil tarz olarak, vahiy şeklinde yazılmamış. Vahiy olduğuna dair Hıristiyan din adamlarının iddiaları yok zaten. İçinde, çeşitli insanların ağzından Hazreti İsa’nın yaşamının anlatıldığı İncil, bir tür tarih kitabı havasında. Günümüzde kullanılan 4 İncil, tam 360 kitaptan ayıklanarak seçilmiş.
Yahudi, yaşayan insanlaşmış tanrıdır. Yeryüzünde tanrı, Yahudinin yüz hatlarında kendini aşikar kılar. Diğer insanlar tamamıyla dünyevi, aşağı ırktandır.
Kabbala’dan
Ve onlardan nefret ettim. Fakat size dedim: Siz onların topraklarını miras olarak alacaksınız ve ben size onları mülk olarak vereceğim. Ben, sizi milletlerden ayırt eden Allahınız Rabbim.
Tevrat, Levililer Bölümü, 20/24
Çünkü sen, Allahın, Rabbe mukaddes bir kavmisin ve Rab üzerinde olan bütün kavimlerden üstün olarak, kendine has bir kavim üzere, seni seçti.
Tevrat, Tesniye Bölümü, 14/2
Ve Allahın Rabbin sana teslim edeceği, bütün kavimleri bitireceksin, gözün onlara acımayacak.
Tevrat, Tesniye Bölümü, 7/16
Yahudi hahamlar, geçmişteki meslektaşlarının uydurdukları ayetlere bağlı biçimde, kendi toplumlarını bu üstün ırk fikirleriyle yetiştiriyorlar. Zamanında İspanya’dan kovulmalarının en büyük nedenlerinden biri de, Yahudilerin dönmelik yöntemiyle devlet sisteminin çoğunu ele geçirmeleri olmuş.
Dönmelik, Yahudilerin dünya çapında uyguladıkları sinsi bir yöntem. 15.1.1992 tarihli Şalom Gazetesi, geçmişte İran’da uygulanmış olan planı, bir yazı içinde şöyle aktarıyor: Yeni Müslümanlar yüzeysel olarak kendilerinden beklendikleri şekilde hareket ederlerdi. Bu arada Yahudi yaşantılarını gizlice sürdürürlerdi. Bir erkek çocuk doğduğunda, hem İbrani hem Müslüman adı verilirdi. Ruben - Rahman, Şlomo - Süleyman gibi. Kızlara da iki isim konurdu. Diğer Müslümanlar gibi, çok kutsal bir görev sayılan Mekke ve Medine’yi ziyaret ederek hacı olurlardı.
İspanya’dan topluca kovulduktan sonra Osmanlı İmparatorluğu’na gelen ( kabul edilen ) Yahudiler, Müslüman olmayanların Osmanlı sisteminde yükselmesini engelleyen yasalarla karşılaştıklarında yine dönmelik aldatmacasını kullanıyorlar. Dönmelik hareketinin önderi Sabetay Sevi, Müslüman olduğunu iddia ediyor fakat katıldığı bir Yahudi ayininde devlet görevlileri tarafından yakalanıyor. Bunun üzerine Arnavutluk’a sürülüyor ve 1676 tarihinde orada ölüyor. ( Kaynak: La Kabbale, sf. 432 )
Bu bilgiler önemli, üzerinde düşünmeye değer. Ejderhalar yakınımızda dolaşıyorlar. Uyanmalıyız. Dostlarla birlikte görüp, birlikte düşünmeliyiz her şeyi. Geleceğimizin saf ışıkları, hassas dengeleri, olası ağır hastalıklarına karşı, bugün ciddi önlemler almalıyız. Aksi takdirde, üzerinde oturduğumuz bu geminin, kayalıkların arasından çıkarak, açık sularda yol alması bir hayal ya da bir mucize olur. Mahkumlar gibi, çizilen çemberin içinde sızlanır, ağlar dururuz.
Zaman daralıyor. Hava kararmadan buluşmalıyız. Erken kararır belki.
Bilmiyorum hangi ateş daha soğuk, hangi zehir daha hafif ?
Toparlanıp ayağa kalkıyorum. Ağlamak istemiyorum. Ağlamayacağım ama …
Yazan ve paylaşan - Agamennon
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Sabah uyandığımda bütün vücudumun ağrıdığını farkettim. Rüyalarım yorucuydu. Rahmetli babacığımı gördüm, heyecanla ellerini tuttum ama hiç konuşamadım. Daha sonra, hep gitmek istediğim büyük kentleri dolaştım. Moskova, Stockholm, Kopenhag, Berlin, Paris, Semerkand, Şam. Arkamdaki görünmeyen rehbere sık sık, buralara nasıl geldiğimi, kaybolmaktan korktuğumu, geriye nasıl dönebileceğimi sordum.
Güne başlarken bakışlarım yorgun. Hayallerimi okşuyorum kahvaltıdan önce.
Bugün, yollarda hiç bir şey görmeden, duymadan yürüsem olabilir mi acaba ?
Caddede hareket etmeye çalışan, cılız, arka ayakları ezilmiş bir kedi, okul duvarının üzerinden onu dikkatle izleyen bir başka kedi, budama amacıyla oduncunun saldırısına uğramış bir ağaç, varillerden taşan çöpler, onarmak üzere aldığı televizyonun içindeki tozları yolun ortasında püskürten bir tamirci, simitlerin yanında verdiği peynirlerin güneşte kalmalarını önemsemeden gölgede bekleyen bir satıcı, para için çatısına baz istasyonu kurduran aç gözlü bir mağaza sahibi, yürürken dondurma yemeye çalışan orta yaşında bir kadın, göbeği açık kıyafetli bir kız, bez çantasının sapını yere değecek kadar uzatan başka bir kız, kapılarının hep açık olduğu fakat son günlerde içine tesadüfen bir - iki kişinin girdiği iki adet kütüphane, kahvehanelerin demirbaş müşterileri, ölen kişinin isminden önce yaşayan yakınlarının listesini sunan bir anons, musluğundan su akmadığı için yöneticilere küfreden sözde dindar bir kişi, eldivensiz elleriyle hamur koparan bir pastacının önündeki uzun lokma kuyruğu, toplantıya geç kalmışlar gibi koşmakta olan bir köpek sürüsü, ön tekerleğini kaldırarak motorunu sürmeye çalışan görgüsüz bir genç, hala nargile içen ve hala insafsızca dedikodu yapan 70 yaşındaki bir dede, ülkede sanatçı geçinen sözde mankenlerin mayolu pozlarıyla doldurulmuş gazete sayfaları, kaldırımdan geçenin gözüne sokar gibi fotoğrafçı vitrinine dizilmiş ve abartılı büyüklükteki gelin - damat resimleri, resmi kurumların karşısındaki banka uzanarak her gün şarabını rahatlıkla içen akıl hastası bir genç, piknik alanındaki kırık içki şişeleri, sosyete gibi yaşadığı halde sosyalizm vaazları veren bir eğitimci, önümü kesip saçlarımı ne zaman kestireceğimi soran başka bir eğitimci, günlerini okey oynayarak - rakı içerek geçiren başka bir eğitimci, açtığı resim kursuna sadece iki kişinin başvurduğu morali bozuk bir ressam, genel seçimlerde kazanan ve kaybeden siyasi partileri masaya yatıran yaşlı bir köylü, büyülenmiş gibi televizyondaki dizi filme kilitlenmiş bir grup orta sınıf insanı …
Kapitalizmin bayrağı hiç inmedi, hiç … Günümüzde bireylerin, önemli ölçülerde dış etkiler tarafından yönlendirildiği reddedilemez bir gerçek. Bu etkiler, hırpalayıcı olabiliyorlar ve kendi yörüngelerinde, kendi amaçları doğrultusunda insanları kullanabiliyorlar. Sürekli yağdırılan bombalarla bilinci zayıflatılan insan, rüzgarın sürüklediği, havalandırdığı hafif bir yaprak gibi yaşamının en kritik alanlarından uzaklaşıyor. Koparılıyor daha doğrusu. Geleceğinin verimli mekanlarında zincirleme çözülmeler başlıyor.
Dış etkiler arasında, toplum gelenekleri, moda, din etiketi taşıyan batıl inançlar, paravan kurumlar ve medya sayılabilir. Bu yapay ve baskıcı unsurlar, insanların olumsuz mutlulukların arkasından koşmalarını öneriyorlar. Öneriler, kışkırtmaktan öte emir niteliğinde çoğu zaman.
Yaşadığı toplum, insanın neleri sevip sevmemesi gerektiği gibi çok hassas bir konuda insan adına karar verici ve her detayı acımasızca sorgulayıcı bir makam gibi. Bu arada medya ısrarlı dayatmalarda bulunuyor, bir şeyleri zorla kabul ettirmeye çalışıyor. Kendimizi tanımamıza, dinamiklerimizi özgürce kullanmamıza engel olan bir tablo bu. Sonuçta her insan, içinde doğduğu ve yaşadığı kültür tarafından terapilere sokuluyor. Terapilerin doğruluğuna ve yararına inanıldığı sürece, daha güzel bir dünya yaratılması gecikiyor. Hazır kalıplarda, günlük gereksinimler için yaşamak daha güvenli, daha çekici geliyor. Görüyoruz ki, sadece düşünce ve sanat adamları, sınırların dışına çıkma cesaretini gösteriyorlar.
Sevgi enerjisinin insandan insana geçişine ve doğadaki diğer varlıklarla paylaşımına en büyük engel, negatif insanlardaki birikimler. Öfke, kin, nefret, kıskançlık, kompleks, korku, kuşku ve özenti gibi duygular nedeniyle sevgi tohumları filizlenmeden kuruyup gidiyor.
Bugün ilişkiler ne yazık ki sevimsiz noktalara kaydı. İnsani çerçevedeki, anlamlı bir bakış, sıcak bir gülümseme, nazik bir selamlaşma bile artık korku, tedirginlik yaratmakta. Anında türlü düşünceler üretiliyor. Acaba bunun arkasından ne çıkacak ? Benden bir şey mi umuyor ? Bu iyiliği neden yapıyor ? gibi kurgular, ön yargılarla desteklenerek abartılıyor, güvensizlik ortamı oluşturuluyor.
İnsanın kendi varlığı dışındaki maddelerle bütünleşmesi, bir eksiklik, bir zaaf. Çünkü öz varlığını, özgün donanımlarını bırakıp bütünleştikleriyle birlikte düşünüyor, seviniyor ya da üzülüyor. Onlara sarılıyor, onlara inanıyor, onlara tapınıyor. Varoluşunun gerçek kanıtları sanıyor bütünleştiği şeyleri. Hepimiz yaşamımız süresince bir çok şeye sahip olabiliriz. Fakat sahip olduklarımızla özdeşleştiğimizde, kişiliğimiz hızla parçalara bölünebilir ki, sonun başlangıcı. İntihara benzeyen bütün girişimler, kutsal varlığımıza saygısızlık ve doğaya hakaret.
Kimi insanların yıllarca uğraşarak, yırtınarak yarattıkları dünyalar var. Aslında yıkılmaları kolay, sahte dünyalar. Örneğin: Özel bir villa, özel bir arazi, özel bir köpek, özel bir sevgili, özel bir makam koltuğu, pahalı mücevherler ve banka hesapları. Bunlar zenginlik kazandıracağı ve ruhu dinlendireceği iddiasıyla gelerek insanın zihnini kapatıyorlar, o insanın gövdesi de bir işkence odasına dönüşüyor. Ölümüne kadar değişmiyor. İlk işkenceler şunlar: Proje - planlama sıkıntıları, doyumsuzluk, depresif ruh hali, çöküntü ve saldırganlık.
Yoz bir atmosferde, ölçüsüz tahriklerle işe başlayan insan, kendi mutsuzluğunu, yıkımını kendi elleriyle biçimlendiriyor. Yarattıklarıyla yaşıyor, yarattıklarının güdümünde kalıyor.
Ne olursa olsun, zamana ve olaylara teslim olmayacağım. Günün yarısı geçti, gülümseyemedim. Belki akşama doğru gülümseyebilirim. Dış dünyadan edindiğim izlenimlerle, içimdeki onayladığım düzeni yan yana getireceğim güneşin batmasına yakın. Gece, örnek aldığım, saygı duyduğum dostların kirlenmemiş dünyalarına nefes almaya gideceğim.
Burası okulum gibi. Bitirdiğim zaman benden ben olur mu bilmiyorum ? Dünyanın bir savaş gezegeni olmaktan çıkartıldığı günlere ulaşmak isterim. Bilgi, kültür ve teknolojinin sadece insanlığın yararına kullanıldığı günlere ulaşmak isterim. Dünyada ve güneş sisteminde yer alan diğer gezegenlerde eşit yasa ve düzenlemelerin uygulanması umudumu, evrensel hukuk ilkelerinin eşit düzeyde yerine getirilmesi umudumu mutlaka muhafaza etmeliyim.
Gün bitti. Güneş çok güzel bir ifadeyle ayrıldı dağların üzerinden. Bütün hayallerimi mor ve kızıl bulutlara aktardım. Diriltici ilhamlarını fedakarca sundukları için elimden geldiğince saygı gösterdim onlara. Hava karardı. Sessizce içime döndüm.
Gökyüzü mükemmel görünüyor ama uzayda bulunan her yıldızın, doğumu, gençliği, olgunluğu ve ölümü söz konusu. Yarın tekrar doğacak güneşe dair bazı bilgileri anımsadım. Yüzeyinde 6.000 santigrat olan sıcaklık, derinliklerde 15 milyon santigrata yükseliyor. Yüzeyden boşluğa yükselen alevlerin boyu: 800.000 kilometre civarında. Enerjisinin kaynağı, nükleer dönüşümler. Temel bileşen olan Hidrojen atomu, ısı ve basıncın çok yüksek olduğu çekirdeğe yakın yerlerde füzyon yoluyla ikinci en hafif element olan Helyum atomunu oluşturuyor. Bu arada, az miktarda kütle, büyük enerjiye dönüşerek yok oluyor. Böylece açığa çıkan enerji de sürekli ışımasını sağlıyor. Güneşin bu devinimle saniyedeki kütle kaybı 4 milyon ton. İçinde bulunduğu Samanyolunun merkezinden merkezinden 32.000 ışık yılı uzaklıkta ve merkez çevresindeki bir turunu 225 milyon yılda tamamlıyor. Dünyada yaşamın sürekliliği, güneşe olan sabit uzaklığına bağlı.
Evrende bugüne kadar saptanabilmiş yani fotoğrafları çekilip sayılabilmiş 1 milyar Samanyolu benzeri ( orta büyüklükte ) galaksi var. İnsan, aklının alamayacağı bir işleyişin içinde, eylemleriyle değiştiremeyeceği bir sistemin içinde, kısacık zaman dilimine sıkışmış, koşullarla ve zorunluluklarla sarmalanmış fakat kendini özgür sanıyor … İnsan, ölümlü varlık, doğanın en akıllı kölesi. Zaman içinde, aptalca gururlara kapılması ne büyük saçmalık …
Yazan ve paylaşan - Agamennon
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Kısa Özgeçmişim
Köklü bir ailenin tek çocuğu olarak
İzmir ’in Tire İlçesinde doğdum.
Lise eğitiminden sonra değişik iş kollarında çalıştım.
Gelişmiş ülkelerin farmakoloji ürünlerini,
yaşadığım bölgenin sık görülen rahatsızlıklarını araştırdım.
Kule Günlüğü logosu altında,
günümüz toplumunun iletişimini ve mutluluk anlayışını inceleyen
fikir içerikli kompozisyonlar, felsefi tarzda denemeler - şiirler yazdım.
Bunlar yurt içinde ve Türklerin yoğun olarak bulunduğu ülkelerde yayınlandığında ilgiyle izleyen okuyucular oluştu.
Özgün imgelerimle birlikte, ürünlerimdeki ağırlık ve hedef :
İnsana, uyanma ve düşünme eylemlerindeki sorumluluğunu hissettirebilmektir.
Birinci kitabım geçen yıl yayınlandı, ikincisini hazırlamaktayım.
Evlenmedim. Yalnız yaşıyorum.
Robinson gibi evimde odun ateşi kullanırım.
Yer imleri