Mutluluk; her insanın farklı algıladığı, farklı yorumladığı bir kavram.
Kimi insan; zenginliğiyle, elde ettikleriyle, hayalleriyle, boş hevesleriyle, yedikleri - içtikleriyle, ilişkileriyle mutlu sayıyor kendini.
Kimi insan; üretmeden yaşaması, sessizlikte rahatça uyuması, sık sık kahkahalarla gülmesi, yoğun cinsel paylaşımları nedeniyle mutlu olduğuna inanıyor.
Kimi ince ruhlu insanlar için mutluluk: Ahlaklı olmak, sağlıklı olmak, deniz kıyısında dolaşıp temiz havayı solumak, güneşin doğuşunu - batışını izlemek, Tanrı’ya ibadet etmek, masum - saf düşünceler taşımak, karşılıksız sevmek, elinden geldiğince iyilikte bulunmak, yakın çevresini mutlu etmek, doğru bilgilere ulaşmak, yüce duyguları yaşatmak biçimlerinde düşünülüyor.
Felsefeci Feuerbach diyor ki: İnsanlar arasındaki bütün sorunlar aşkın gücüyle çözülebilir. Aşkı kutsallaştırmak gerekir. İnsan, yalnız aşkta ve duyguda mutlak değere sahiptir. Varoluşun başka belgesi yoktur.
Her insan; ufkunu yaratıyor ve yolunu seçiyor. Hayatı dolu yaşamak denilen durum ise; ancak duyarlı ve farkında olan insan için geçerli. Paranın kışkırtmasıyla, yıldırım hızıyla gelip insanın dünyasına yerleşen tüketim maddeleri ve mantar gibi çoğalan iyi gün dostlarıyla, seyahat etmekle, maceradan maceraya koşmakla, barlarda sabahlara kadar eğlenmekle, dolu yaşama olayını karıştırmamak gerekiyor. Bilerek ya da bilmeyerek karıştırılıyor. Belki hoşumuza gidiyor. Pardon bazı insanların hoşuna gidiyor. Diğer yandan entelektüel bir çizgi izleyip; çok görmek, çok okumak, çok bilmek elbette varlığımıza bir şeyler katar ama önemli olan; yüreğimizle nasıl baktığımız ve bulunduğumuz noktada nasıl yaşadığımız.
Duyarlı bir insan; arabası, villası, yatı, teknoloji araçlarıyla bütünleşmez. Bunların, günü geldiğinde terk edilecek, silinip gidecek şeyler olduğunu bilir. Kendi kişiliğini oluşturan asıl şeylerin, dışında sıralanmış maddeler değil, dünyasına özgü nitelikler olduğunu bilerek yaşar. İnançları, vicdanı, temiz duyguları hep öndedir. Olayların çıkışındaki, bütün iç ve dış nedenleri düşünür. Yeni bilgilere, yeni görüşlere açıktır. Yozlaştırıcı etkilere direnir. Geçen zamanın farkındadır. Benimsediği, katıldığı değerlerin yanında, kendi yarattığı değerler, mekanlar vardır.
Çok önemli başka bir konu: İnsanın düşündüğü, hissettiği her şey, sinir hücrelerinin elektrik ağından diğer hücrelere yayılıyor. Hücreler bütün düşüncelere, duygulara yanıt veriyorlar. Örneğin, endişe anında vücutta baş dönmesi ya da bulantı başlıyor, mutlu anlarda endorfin salgılanıyor, depresif dönemlerde laktik asit üretiliyor. Güzel düşünmek ve mevcut düşüncelerimizi olgunlaştırmak zorundayız.
__________________
Tarih, ilgilenenler açısından mükemmel bir alan. Büyük savaşlara giren, büyük değişimlere imzasını atan ünlülerin yaşamlarında; dikkate değer, yadırganacak davranışları da saptayabiliyoruz. Örneğin Büyük İskender, ordusuyla Ortaasya dönüşünde Babil’e geliyor ve çıktığı yüksek bir tepeden kente bakıp ( o tarihteki görünümü, günümüz Paris’i gibi büyüleyiciymiş ) yanındaki komutanlara hitaben: Burada bulduğumuz altınları üç kuşak hiç çalışmasak yine de tüketemeyiz diyor. Bu beklenmedik, basit ifadeye oradaki yaşlı bir adam müdahale ederek, - Çok yanlış düşünüyorsunuz diyor. İskender’i uyarıyor. Çünkü yeni devletin, çalışma ve sevgi temeline dayandırılarak kurulması gerekiyor. Emeksiz kazanılan maddi servet çok kısa sürede tükenebilir. Köle olunur.
Alman düşünür, Marksizmin kurucusu Karl Marx (1818 - 1883 ) derin düşünceleriyle, odasında fikirler üretiyor. Amacı: Ekonomik sorunların çözümü, insanlığın mutluluğu. Fakat aile içinde, babasına karşı hırçın, saygısız yaklaşımları nedeniyle kırıcı oluyor. Babası üzülüyor ve bir doktor dostuna anlatıyor, ne yapması gerektiğini soruyor. Doktor, her şeye rağmen hoşgörü ve sabır göstermesini öneriyor.
Bu tür şeyleri öğrendiğimde çok etkileniyorum. Işık içinde uyusunlar. Yaşıyor olsalardı, isimlerine ters düşen şeyleri nasıl yapabildiklerini mümkünse açıklamalarını isterdim. Bilmiyorum zaaflarına ya da komplekslerine dair hassas, özel detayları bana samimiyetle anlatırlar mıydı? Yüzlerinde, kendi geçmişlerini yumuşakça kucaklayan acı tebessümleri izleyebilirdim herhalde.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Ünlü yazar Dostoyevski diyor ki: İnsan, her şeye alışan varlıktır. F. le Dantec ise anlatımlarında: İnsan, özgürlük düşleri gören bir kukladır diyor. Afşar Timuçin’in eserlerinde kısaca insan: 1) Yeryüzünün en gelişmiş hayvan türü, toplumsal düzende yaşayan bir memeli. 2) Gelişmiş bir dil ve düşünce dizgisine sahip canlı olarak ifade ediliyor.
İnsan, yaşamın karmaşık görünümlerini izlerken, dürtülerinin etkisiyle, isteklerini gerçekleştirmek uğruna değişik konumlara giriyor. Sadece egolar için yaşamak doğaya yapılan büyük saygısızlık. İnsanın kendi varlığını anlamasına engel olacağı gerekçesiyle bütün kutsal kitaplarda ve öğretilerde; şehvet ve gurur gibi tehlikeli duygulara bazı sınırlar getiriliyor. Bu sınırlar; temelde insana yakışan erdemlerin sarsılmaması gerektiği fikrini anımsatan uyarılar. Çünkü ahlak eksikliği kişinin felaketini hazırlar. Sorumluluklarımızın farkına vararak bir şeyler yapmamız elbette güzel. Yaptıklarımız toplumdaki diğer insanlar tarafından anlaşılmayabilir ve çok istediğimiz bazı şeyleri elde edemeyebiliriz ya da hiç istemediğimiz şeylerle karşılaşabiliriz.
Olgun insan; yaşadığı dünyayı doğru algılar, tepkilerini saldırmadan ortaya koyar ve girdiği bütün mekanları estetik amaçları doğrultusunda kullanır. Bu eylemlerini aklıyla, vicdanıyla gerçekleştirir.
Bilimin ilerlemesiyle, organizmamızın; yalnızca moleküllerden oluşan fiziksel bir yapı olmadığı, kimyasal ve manyetik enerji alanlarından oluştuğu artık biliniyor. Vücudumuzdaki enerjiyi zayıflatan, tüketen en önemli nedenlerden biri, duygusal tablolar. Çünkü karşılaştığımız her olayda, bilgilerimizden önce duygularımız devreye giriyor ve maalesef bizi yönlendiriyor. Yaratıcı ya da tüketici duygular altında kalan insan zaman içinde gelişebiliyor ya da hasta olabiliyor.
Duyguların gücünü yükseltmek, yaşam biçimi olabilir. Resim, heykel, müzik, edebiyat gibi güzel sanatlarla uğraşmak, duyguların daha keskin ve sıcak yol alması demektir. Böylece enerji alanları genişliyor. En kötü koşullar altında, bir hücrede tutukluyken, elinde bir malzeme yokken, ruhunun kasırgalarını ve özgün saptamalarını, kanıyla, dışkısıyla duvarlara yansıtan sanatçılar çıkmış tarihte.
21. yüzyılın mükemmel teknoloji araçları ve konforuyla buluşan insan, başkalarından almayı daha çok tercih eder oldu. Fakat bu tembelliğinin, bu kolay yollardan elde etme yönteminin, iradesini zayıflatacak kadar riskli olabileceğini hesaba katmadan.
Televizyon akşam önümüze bir haber getiriyor. Getirme değil, dayatma. Görüntülere kasıtlı olarak eklenen müzikle tansiyonumuz değişiyor. Hemen anında refleks gösteriyor, sağlıksız yorumlarda bulunuyoruz. Gösterilen şey, görmemiz gereken şeyleri kapatıyor. Oysa o haber: Bilmediğimiz gizli bir güç merkezinin, bilmediğimiz başka noktalara gönderdiği özel bir mesaj. Gizli yürütülen bir projenin, parçasının parçasının parçası. Programlarda öne çıkarılan, hedef gösterilen isimler; saniyesinde nefretimizi kazanan figüranlara dönüşüyor. Yönetmen, senarist bilinmiyor, çünkü ortada yoklar. Papa, Ladin, Saddam, Öcalan, Ağca muhatap alınıyor yanlışlıkla. Sanki bu oyuncuları doğuran ve halen kullanan emperyalist İngiltere’nin, Amerika’nın sonsuza kadar geçerli dokunulmazlık belgeleri var. Egemen ve zengin olmaları, bütün çirkin davranışlarının diğer ülkelerce görmezlikten gelinmesini zorunlu kılıyor. Onları yargılayacak bir üst makam yok.
Sorumsuzluğumuza dair, günlük yaşamdan başka bir örnek: Sanal yazışmalarda dilimize açık düşmanlık yapılıyor. Bilgisayar ekranında sözcükler düzgün yazılmayarak, kesilip biçilerek, katledilerek sürdürülüyor iletişim: Slm, nbr, ok, okı, çk tsk edrm, kib, by gibi.
Bir akşam, günün sunduğu oyalamacalardan kendimizi soyutlayarak, duygu - düşünce dünyamızı da kontrol ederek, uzak kentlerde, yabancı ülkelerde yaşayan o güzel dostlarımıza mektuplar yazmıyoruz artık. Yazamıyoruz. Savunmalar üretiyoruz yazamadığımız için. Canım telefon var şimdi, ne gereği var filan. Dolmakalemle romantik mektuplar zaten yazılmıyor. En yüce duygu olan aşk; geri itiliyor, baygın ve boynu bükük kimsesiz çocuklar gibi. Telefon görüşmeleri duygusal açıdan verimsiz ve edebi ağırlığı hiç yok. Yüreğimiz atıyor, parmaklarımız sağlam, çok güzel masalar da var yazmak için.
Zihnimizi hep temiz, hep dinamik tutmak elimizde. Yıpratıcı, acı veren durumların bizi ne kadar olgunlaştırdığını fark etmek bizim elimizde. Çizgimizi bilmek, duygularımızı eğitmek ciddi bir iş. Çaba istiyor ki, diğer işlerimizin arasına sıkıştırmakla olmaz. Bu görevi gerçekten benimseyen insan, bunu yaşamında birinci sıraya koymaya çalışacaktır. Çünkü yaşam önemsiz şeylere harcanamayacak kadar kısa. Kısa olduğu gerçeğini kabul edeceğiz sonunda.
Rahmetli, felçli babacığımın elini sıkı tutuyordum. Biliyordum günün birinde mutlaka ayrılacağız ve bu ayrılık ikimizi çok incitecek. Mutlu olacağı şeyleri, elimden geldiğince yerine getirmek için çırpınıyordum. Çünkü dünyaya gelmem onun sayesinde gerçekleşti. Çünkü saygımı, sevgimi sunmakla her şey bitmiyor. Üzerimdeki haklarını geri ödeyip kurtulmam kolay değil. Vicdan taşıyorsam içimde, o duygumla işbirliği yapmamdan daha anlamlı ve keyifli ne olabilirdi ki ?
Babamın zamanı doldu, bir kuş gibi uçup gitti ama sıcaklığı hiç kaybolmadı.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Dünya, bencilliğin ve duygusuzluğun altın çağını yaşıyor. Saygı eksikliği, geçmiş yıllara göre daha yoğun hissediliyor. Varlığımıza, büyüklerimize, geçmişimize, geleceğimize saygısızlık gibi bağışlanamaz davranışların içindeyiz. Kabalığın, nankörlüğün gölgesinde yürüyoruz. Kabuklar, ön yargılar ve eğitimsizliğin de etkisiyle, insanı bağlayan en önemli konular, gözlerdeki bakışlar buluşmadan konuşuluyor ve böylelikle geçen diyaloglar yapmacık oluyor. Ayrıca, her yerde, gelişigüzel, tekrarcı papağanların sarfettiği gibi: Aşkım, Canım benim, Seni seviyorum demekle, kişiden kişiye sevgi enerjisi iletilmiş olmuyor maalesef. Dolayısıyla samimi olmayan davranışlar uyum getirmiyor. Davranışların samimi olması; sevgi enerjisinin kapasitesine uygun biçimde ortaya dökülmesine bağlı. Bunun pratikte gerçekleşmesi için, fedakarlık denilen duygunun mutlaka yüksek seviyelerde bulunması gerekiyor.
Duyguların ölçülmesi kolay değil. Bir insanın, başka bir insanı ne kadar sevdiğini ya da sevdiği bir insanı kaybettiğinde ne kadar acı duyduğunu belirlemek kolay değil. Yüzlerdeki maskelerin, ne zaman, nasıl kırılacağını bilemiyoruz.
Bilinçli her insanın; acıya direnme, mutlu olma potansiyeli var. İçindeki bu potansiyele rağmen, dışında gelişip ufkunu saran sorunlar nedeniyle, yaşamının bir döneminde, yolculuk yaptığı geminin, umutsuzluk denizlerinin hırçın fırtınalarında parçalanmasıyla, ıssız bir adada Robinson Crusoe olabilir. Robinson; yalnızlığı ve depresyonu nedeniyle, sürüklendiği sevimsiz adayı çok çekici bulabilir.
Mutluluk için maddi olanaklarına güvenen kişi, ruhunu oyalamış, aldatmış oluyor. Birçok zengin insanın, zaman içinde kendini soyutlanmış ve amaçsız görmeye başlaması düşündürücü. Ebeveynler yüreklerindeki sevgilerini kanıtlamak adına, çocuklarını paraya, paranın satın alabildiği şeylere boğduklarında, aslında onların gelecekleri için küçük küçük mutsuzluk tohumları ekiliyor.
Arşivlerden 1960’lı yılların gazetelerini bulup incelediğimizde; dünyanın en zengin adamının Yunanlı Onassis olduğunu öğrenebiliriz. Uluslar arası taşımacılık alanındaki şirketlerin sahibi olan bu kişi; yaşamdan keyif alamadığını içtenlikle itiraf ediyor. Çünkü çok sevdiği oğlu, kendisine armağan edilen özel uçakla kaza yapıp genç yaşta yaşamını yitiriyor. İşte bu derin acı, işadamının dengesini alt üst ediyor. Ağlamaktan gözleri deforme oluyor.
En basit örnek: Yeryüzündeki her bitkinin sağlıklı büyüyüp meyve verebilmesi için; uygun toprağa, yeterli suya ve uygun iklime gereksinimi var. Benzer biçimde, insanın dinamiğini, mutluluğunu önemli ölçüde etkileyen koşullar: Fizik ve ruh sağlığı, saygın bir meslek, beslenme, barınma mekanları, üretim, gerçek dost, gerçek sevgilidir. Bu saydığımız koşulların mutluluğa katkısı asla tartışılamaz. Büyük olasılıkla, arka planda daha anlamlı, daha kutsal etkenler var. O etkenlerle buluşmak istediğimizde, felsefecilerin görüşlerinden yararlanabiliriz.
Bazı düşünürler, doğada gerçek ve kalıcı mutluluk olmadığını, olumlu bir mutluluk sağlanamayacağını iddia etmişlerdir. Acıları hafifletmeye yarayan olumsuz mutlulukları değişik açılardan sorgulayıp yorumlamışlardır. ( Arthur Schopenhauer )
Bugün biz onların özel bakış açılarına katılmak zorunda değiliz. Fakat hepimizin, iyimserlikle, huzur ve mutluluğu yanlış zeminlerde aradığımız dönemler olmuştur. Yanlış zeminlerdeki yanlış enerjiler, bizim enerjimizi tüketmiştir.
Kategorisindeki ilginç bir tip, mutsuzluğuyla mutlu olduğu izlenimini veriyor. Dünyasındaki pencereleri sıkıca kapatıyor. Dışarıdan zayıf bir ışık geldiğinde, hafif bir ses duyduğunda dengesi bozuluyor. Kendisine uzanan sıcak ele kuşkuyla bakıyor. Eleştirilmeyi zaten istemiyor. Tüm güçlüklere rağmen, bunalımdaki o insana ulaşmayı denemeli ve mümkünse enerji gereksinimini karşılama inceliğini göstermeliyiz. Çöküş yaşayanların acılarına elimizden geldiğince ortak olmalıyız. Birbirimize muhtacız. Evrendeki her şey, başka şeylere muhtaçtır. İnsan olduğumuza inanıyorsak; dostluğun, yoldaşlığın hakkını vermeliyiz.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Bugünkü mutsuzluğumuzun nedenleri üzerinde çok durmak zorundayız. Albert Camus isimli felsefeci: İnsanın tek başına mutlu olması utanç vericidir diyor. Çok doğru. Hepimizin yüzü gülmelidir.
Kritik zamanlar yaşıyoruz. Politikacılar samimi değiller. Dış dayatmalar, yaptırımlar karşısında gücümüzü toplayamıyoruz. Yoksulluğumuzu yenemiyoruz. Gençlerimizin psikolojileri iyi değil.
Güvenilir kaynaklardan ( bilge kişiler ya da kitaplar ) sağladığımız doğru bilgileri, yeri - zamanı geldiğinde kullanmamız gerekiyor.
Kuşkusuz bir insan, bilmediği için yapmadığı ya da bilmeyerek yaptığı davranışlarından dolayı sorumlu tutulamaz.
İnsan, kendinden daha güçlü bir irade ve zihniyetin tehditleriyle ya da vaatleriyle ortaya koyduğu davranışlardan dolayı da sorumlu değildir. Çünkü insan kendi bildiğine göre değil, o üstün gücün iradesine göre davranmıştır. Bu durumda hesap sorulması gereken taraf, insan değil, insan üzerinde hegemonya kurarak, kendine özgü yöntemlerle yönlendiren baskıcı iradedir. İnsanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için, bilerek davranmış olması gerekir.
Gezegenimizi yönetme sorumluluğunu eline almış güçler ve onların çok etkili kolları bulunmakta. Asıl kınanması, yargılanması, tutsak edilmesi gerekenler onlardır. Yani doğaya müdahale ve hakaret eden, zengin, aynı zamanda zayıfları ezerek, sömürerek yaşayan ülkeler.
Çağın akışına uyacağız derken, büyük zincirin halkalarından biri olduk. Üretici değil tüketiciyiz. Kişiliğimizi yıprattık. Önümüzde ışık olacağını sandığımız şeyler gözümüzün içine saplanıp yolumuzu görmemize engel oldular. Fakat ne olursa olsun hiç durmadan yürüyebilir, derin kuyudan berrak - tatlı suyu çıkarabiliriz. Bir taş atılmayı bekleyen durgun göllerde, yaşanacak ve yaratılacak şeyler var. Tembel olmaya hakkımız yok. Yoldan çıkıyoruz farkında olmadan.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
İnsanın toplum içinde: kibirliliği, kendini beğenmişliği, bilgilerinin ve inancının daha doğru olduğunu sanarak büyüklük taslaması, aslında eksikliğini ve zayıflığını ortaya koyduğu bir alışkanlık. Bir insanın güçlü kaslarına, yakışıklılığına, bankadaki ya da cebindeki parasına, sosyal statüsüne güvenmesi de çok yanlış. Çünkü hiçbir ahlaki sistem bunları onaylamıyor. Ne yazık ki: Onursuz, sevgisiz, merhametsiz ve vicdansız yaşam biçimlerinden rahatsızlık duymayan insanlar var. Ruhları öyle rahat ediyor belki. Dünyada sömürgeci ülkelere baktığımızda: Resmi devlet politikaları, insandaki bu negatif özelliklere benzemekte. Kavgacı, sahteci, yangın çıkaran devlet olur mu ? Oluyor.
Yeterince anlaşıldı ki, bizi soykırımcı bir ulus olarak tüm dünyada etiketleyerek aşağılamak ve kırılmayan direncimizi kırmak istiyorlar. Bu amaçla, abartılan gerçek dışı iddialar önümüze konuyor. Sanık sandalyesine oturmamız gerektiği söyleniyor. Soykırım yalanı, geçmişte İngiltere tarafından psikolojik bir malzeme olarak üretilmiş ve halen kullanılmakta.
Son Osmanlı Sadrazamlarından Talat Paşa ( 1874 - 1921 ), 86 yıl önce Berlin’de, Tehlerian isimli bir Ermeni komitacı tarafından yolda sırtından kurşunlanarak öldürülmüş. Talat Paşa anılarını yazarken: Bir gün beni sokakta vuracaklar. Yatağımda ölmek nasip olmayacak. Ama zararı yok, varsın vursunlar. Vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez demiş.
Bilindiği üzere: Ermeni teröristler, Lozan Konferansı sırasında İsmet İnönü’ye de bir saldırı düzenlemeyi düşünüyorlar. Bu amaçla İsviçre’ye, Taşnak ve Hınçak örgütlerine bağlı suikastçıları gönderiyorlar. Fakat Türk istihbaratı, zamanında tehlikeyi fark edip tedbir alıyor.
Lozan’da güvenlik müdürü İnönü’ye: Paşa Hazretleri. Ermenilerin burada size bir saldırıda bulunacaklarını haber aldık. Sizi korumak görevimiz ama sizden bir ricamız olacak. Tedbir olarak konferans binasına gidip gelirken otomobilinizden Türk bayrağının kaldırılmasını istiyoruz diyor.
İsmet İnönü, bu öneriye karşı sert yanıtında diyor ki: Ben burada bir Türk delegesi olarak o bayrağı kesinlikle kaldırmam. Saldırıya kurban gidebilirim. Fakat benim ardımdan bir delege daha gelir. Türk bayrağı otomobilden hiç bir zaman, hiç bir şekilde, bin Türk kurban edilse bile yine kaldırılamaz. Yerinde durur.
Bugün orta yaş grubu, o acılı günlerimizi anımsayabilir. 70’li yıllarda Ermeniler, yurt dışında ülkemizi temsil eden Türk diplomatlarına musallat olmuşlardı. Dile kolay, yaklaşık 10 yıl boyunca 40’ın üzerinde diplomatımızı ve ailelerini acımasızca katlettiler. 1983 yılında Türk Hava Yolları Paris bürosuna düzenlenen bombalı saldırıda: 8 kişi öldü, 60 kişi yaralandı ( yüreklerinde kin taşıdıklarını kanıtladılar ).
1992 yılında: Ermeni askeri güçleri Karabağ / Hocalı’da tam 1.300 Azeri’yi öldürdü. Çok sayıda insan yaralandı, mağdur oldu. Ermeni işgali nedeniyle, Dağlık Karabağ denilen bu bölgeden 40 bin, diğer komşu 7 ilden 700 bin kişi yaşadıkları toprakları terk etti. Böylece Ermenistan, Azerbaycan topraklarının beşte birine keyfi biçimde el koymuş oldu.
Bu uygulamalar karşısında Türkiye Cumhuriyeti sessiz kalmadı, sınır kapılarını ve hava sahasını kapattı.
Ermenistan ile aramızdaki sınır, 1920 Gümrü ve 1921 Kars Antlaşmalarıyla kesin belirlenmiş olmasına rağmen, zaman zaman ortaya çıkan çatlak seslere göre: Doğu Anadolu toprakları onlara ait ve Ağrı Dağı onların kutsal bir mekanı.
Dışarıda tezgahlanan kuşatma ve yıkım planlarının, küresel kapitalistlerin ulus devletleri ortadan kaldırmak istediklerinin farkında mıyız ? Değiliz.
Avrupa Birliği Projesi, ulus devletlerin yıkımının ardından tek bir devlet oluşturma amacını taşıyor. Yine Avrupa basınından arada sızan küçük haberlere göre: Avrupa halkı, tehlikenin ne olduğunu, son 7 yıl içinde öğrenmiş bulunmakta. Bu nedenle başta İngiltere olmak üzere üye devletlerin çoğunda tepkiler, direnişler başladı. Yurtseverler öfkeli fakat kendi çelişkilerini hissettirmemeye çalışıyorlar. AB mimarlarının, asıl hedeflerini, 50 yıla yakın Avrupa halkından gizlemeyi nasıl başardıkları konusu tartışılıyor ama bizim medyada bu tür haberler yok. Neden yok ? Türkiye’de medya neyi savunuyor, medya kimi temsil ediyor ..?
Avrupa Birliğinin üyesi olmak demek, Kurtuluş Savaşıyla elde ettiğimiz ulusal egemenliğimizin batılılara teslim edilmesi demek. Olay bu kadar net bir şey.
Üye olduktan sonra yaşayacağımız şeyler ( özetle ):
1) Egemenliğini sürdüren Türkiye Cumhuriyeti Devleti ortadan kalkacak.
2) Ulus olmaktan çıkıp bu birliğin içinde sadece bir halk topluluğu olacağız.
3) Mevcut anayasamız, AB anayasası altında ya da arkasında kalacak.
4) Yasama, Yürütme ve Yargı yetkileri AB’ye devredilecek.
5) Türk halkını yönetecek yasalar artık Meclisimiz tarafından değil, Avrupa Parlamentosu tarafından çıkarılacak.
6) İşçilerimizin, memurlarımızın ve emeklilerimizin ne kadar aylık alacakları Brüksel’de belirlenecek.
7) Hangi ülkelerle dost, hangi ülkelerle düşman olmamız gerektiği uyarısını alacağız.
( zaten başlatılan propagandalarla: İran’a düşman ülke, Rusya’ya potansiyel tehlike gözüyle bakılması bir parça olsun sağlandı ).
8) Yer altı - yer üstü zenginliklerimiz, fabrikalarımız ve işletmelerimiz, bankalarımız, topraklarımız ve su kaynaklarımız üzerindeki mülkiyet haklarımız askıya alınıp ortak kullanım başlayacak.
9) Günümüzde yavaş hareket eden Hıristiyan misyonerliği serbest kalacak ve hızını arttıracak.
10) İstanbul’da Ortodoks Din Devleti, Güneydoğu’da dış destekli ve güdümlü Kürt Devleti kurulması için çalışmalar başlatılacak.
11) Avrupa Birliğini ve Masonları eleştirmek suç olacak ( cezaevine girebilirim ).
Bütün bunlar köleliğin ve uşaklığın başlangıcı anlamına geliyor. Başka açıklaması olamaz.
İki şey sorgulanmalı duyarlı insanlarca.
1) Biz, kendi ayaklarımız üstünde yaşayabilecek güce sahip miyiz, değil miyiz ?
2) Biz, başkalarının boyunduruğu altına girecek kadar dengesiz miyiz ?
Temel ilkemiz: Onurlu ve tam bağımsız yaşamak olduğuna göre bu oyunlardan kendimizi acilen çekmek zorundayız. Geç kalıyoruz. Çünkü emperyalizm küreselleştiğini açıkça belirtti ve yeryüzünde bütün geri kalmış, yoksul ülkeleri köşeye sıkıştırıp iradelerini yok etmeye çalışıyor.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
bir boyut vardı yaşayabildiğimiz
gerçek yollar
gerçek özgürlük
ışığın
belirgin ve kutsal yumuşaklığı
tek çizgiydik
melekler korosundan farklı
etkin yıldızlar başımızda
koyu kırmızı
ne kadar da yarı tanrıydık
dışımızda çoğalırken içimizdekiler
yüreklerimiz gönderiyordu yalnızca
bilinen zamanlara aşk ayinlerini
gözler sarhoş
görünenler alev sütunları
olağan dışı mutluluk
doyumsuz tatlılıktı
şeytansız evrenlerde
kurtuluşunu kutlamak gençliğimizin
siyah düşündü
yığıldı sindiremediklerini düşünürken
her sabah
deniz diplerine akıttı zehirlerini
çırpındı
çerçeveleri değiştirdi inatçı tufanlarda
başaramadı
son diye bir şeyimiz yok
sıcak rüzgarların mimarıyız
daha çok sevmek
daha çok yaşatmak için .
BENİM KAVGAM
Kent değirmenlerinde çırpınış
kimi zaman adadayım
kimi zaman gemide
dile kolay
kalem az tökezlemedi yazarken
kağıtların da canı çıktı
bir sigara yakıyorum
duman bile yorgun
ağır ağır çıkıyor
yükselmeyi unuttu belki de
eşyalar ne kadar bitkin
anıları taşımaktan
dün
sınır bölgesinde kuşatılmıştın
süzülerek geldim
dirileceğin kıyılara taşıdım seni
en sıcak güneşleri doldurdum kucağına
anlamadın
kabuklar sertleşirken
günlük işlerin vardı
otu, samanı yedirseler
haberin olmazdı
ardında bıraktığın
mum ışığında bir mağara mutsuzluğu
karıncaların tanıklığında
geçmiş geçmedi .
SORGULAMA
Hava berraklığında
sana doğru bakıyordum
çok geçmedi
yaklaştın
büyüdün yumuşak bir bulut gibi
ses perdelerinden girdim
ışık perdelerinde durdum
gölgen saf şiirdi
panzehirdi kokuların
parmaklar çıplak
kollar ateş dilimi
yükseliyorduk
derin anlamlar siniyordu ruhlarımıza
her bakış ayrı bir yaşamdı
o kar damlacıklı gecelerde
her öpüş ayrı bir yolculuk
derken
güneş sarıda
gün kırmızıda kaldı
yolunda yoruldu her şey
ne anlamı kaldı bugün
kuru topraklarda umutla yürüdüğümüzün ?
nasıl bastıracağım
aynaların ayaklanma girişimlerini ?
beyaz yük gemilerini izlerken
oyalanma onur ödülü limanlarda
taş dağlarında kapatma gözlerini
aydınlat girdiğin her siyah geceyi
ruhuna dokunmasınlar samanyolu sömürgelerinde
ben senim
başında taşıdığın ince kitap
boyutsuz
çok sıcak
göreceksin
kıyametin başlangıcı olacak
çiçeğin çarmıha çivilenmesi .
Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
Şiirlerin izinsiz kopyalanması - çoğaltılması
suç kapsamına girer.
canım sıkılıyor
derin derin nefes alıyorum
resimlerine bakıyorum gözlerimi kırpmadan
başımı öne eğiyorum
sanıyorum ki
çenemden tutup kaldıracaksın
bana üzülecek bir şey olmadığını anlatacaksın
gözlerinle anlatacaksın
yıldızlar aynı anda sönüp yanacaklar
birbirimizin gözlerini sileceğiz
yaşama yeniden merhaba diyeceğiz .
Sanırım farkındayız. Gittikçe yakınmalarımız çoğalıyor; çevremizden, tanıdıklarımızdan, yöneticilerimizden. Tüm yaşadıklarımızdan yakınıyoruz.
Sohbet sırasında: Sadece kendini düşünüyor, kendi çıkarları için her şeyi yapabilir, her şeyi hakettiğini sanıyor, kimseyi beğenmiyor gibi söylemler çok kullanılıyor. Sanki yeraltında gizli bir laboratuvarda yapılan müdahaleler sonucu günümüzde bencil bireyler üretiliyor. Devleti yöneten egemenlerin, alışılagelen biçimde, öncelikle kendi çıkarlarını ön planda tutmalarının ve diğer politikacıların bu sürece eşlik etmelerinin genel görünümü sevimsiz kıldığı bir gerçek. Yetişen yeni nesle öğretilmeye çalışılan, mesajlarla, örneklerle zorla beynine yerleştirilmeye çalışılan şey; önce kendisini kurtarması gerektiği, önemli olanın bireysel başarı olduğu gibi yönlendirmeler. Bu kadar bireyselleşip, aynada sadece kendini görmeye başlayan insanların gittikçe artan oranlarda tüketime, mistik öğretilere, yeni akımlara ilgi duyması çok normaldir. Belki bu, çağımızın yarattığı bir şey değil, teknolojik gelişmeler ve medya insanlarda zaten varolan özellikleri sadece belirgin biçime getirdi.
Toplumbilimcilerin gelecekteki ilişkilere dair görüşleri iyimser değil. Eski paylaşımlar yok oluyor. Acı çeken insanların acılarına ortak olma gibi insani kaygılar azalıyor. Trafikte ezilmiş fakat henüz ölmemiş kedinin ya da köpeğin yalvarışları bizi etkilemiyor. Bütün gününü, bilgisayarda savaş oyunları oynayarak tüketen küçük çocukların kazandıkları psikoloji bizi bağlamıyor. Bizi bağlayan şeylerle, gerçekte kölesi gibi olduğumuz şeylerle günlerimizi geçiriyoruz.
Bencilliği, egoları üst seviyelere ulaşan, bu arada kazandığı negatif durum nedeniyle narsist bir kimliğe bürünen kişiyi yakından incelediğimizde şunları görebiliyoruz: Kendini yeterli görüp sürekli başarıya ilişkin projelerle uğraşıyor ama aslında kendinden kuşku duyan, eleştirilere tahammülsüz, değersiz hissettiği gizli bir yanı var. İnsanlarla yapmacık ilişkiler kurup, övgü ve takdir bekleyen, toplulukların içine gerçek anlamda giremeyen, başkalarına güvenmeyen, başkalarına dayanamayan, başkalarının zamanlarına ve duygularına değer veremeyen ve sınırlarını önemsemeyen biri. Sıkıntılı, sağlıksız ve kopyacı değerlere sahip. Yalanlara dayalı, maddiyata dayalı, otoriteye dayalı bir yaşam sürerken, dışarıya karşı: Dürüst, ahlaklı ve paraya hiç önem vermeyen bir tablo çiziyor. İşin acı yanı: Eşini, dostunu göremiyor, sevemiyor. Çok iyi konuşan, kararlı biri gibi görünmekle birlikte kafasındaki bilgiler: Sadece başlıklar içeren yüzeysel bilgiler, detayları unutuyor. Onun için dil ve konuşma, ancak kendine güvenini tazelemenin bir yolu. Bir tür zavallılık. Ünlü Psikolog Sigmund Freud’a göre: İnsandaki bu davranışlar hastalıktan öte bir dramdır ve gerekli önlemler alınmadığı takdirde zaman içinde şiddeti doğurabilir.
Her insanın yapısında bir parça narsizm ve şiddet olduğu biliniyor. Problem: Bu duyguların fırsat bularak tehlikeli zeminlerde çoğalması ve böylece denetimden çıkması. Tarihte bu kategoride yer alan çok sayıda lider bulunuyor. Yönetimi bir şekilde ele geçirdikten sonra hastalıklı fikirleriyle toplumu mutsuz etmişler. Örneğin: Neron, Hitler, Mussolini ve Stalin hemen akla gelenler.
Egoları tehlike sınırlarına erişmiş insanın tipik saplantıları şunlardır: Özel ve eşi bulunmaz biri olduğuna ve ancak başka özel ya da üstün kişilerin, toplulukların, kurumların kendisini anlayabileceğine ve ancak onlarla arkadaşlık edebileceğine inanması. Başkalarını kıskanması ve kendisinin kıskanıldığına inanması.
Sonuç olarak insan; negatif çizgisini denetleyemediğinde, o çizgide büyüyen duygular tarafından sonuna kadar kullanılır. Varlığımızın en önemli kanıtı duygularımızdır. Değerimiz ancak duygularımızla ölçülebilir. Yeryüzünde, duygularımız sayesinde bataklığa saplanırız ya da yükseliriz.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Yer imleri