-
KULE GÜNLÜĞÜ / Gerçek İşkenceler
Tarihin her döneminde, insana hitaben: Kendini bil - Kendini tanı uyarıları yapılmıştır. Ahlaki zeminlerde: İnsanın sık sık, kararlılıkla, Kendimi seviyorum, kendimle gurur duyuyorum gibi abartılı iltifatlarda bulunmasının sakıncaları üzerinde durulmuştur. Çünkü insanın kendine olan sevgisi, bazı başarısızlıklarını kendi karakterinde ve kendi tarzında aramasına engeldir. Böylece, yaşamını engelli biçimde sürdürür. Engelli yaşayan bir insan: Aşkı, ölümü ve evrensel işleyişleri sağlıklı algılayamaz. Bu gibi temel gerçekleri doğru yorumlayamaz.
Saplantı derecesinde kendini sevenler, varolan egolarının mükemmel ego olduğunu ve seçkin bir varlık olduklarını düşünürler. Elbette bu tehlikeli bir yanılgıdır. İnsan her konuda: Karakterinin ve davranışlarının eksik, hatalı olabileceği endişesini kaybetmemelidir.
İçimizi denetlemek, içimizi araştırmak, kendimizi bilme yolunda önemli bir adımdır. Kendini gereğinden fazla beğenen insanların, kendini tanımaları zorlaşır. Çünkü bu tür insanlar, egolarıyla bilinçleri arasında geçen mücadeleyi kabul edemezler. Her şeyin en güzelini, her şeyin en doğrusunu yaptıklarına dair aşırı bir gurur, kibir içindedirler. Balzac : Bencillik zehirdir diyor. Sadece iki sözcükten oluşan, düşündürücü söz.
Başarısızlıklarımızı, başka insanlara, koşullara, devleti yönetenlere yüklemekle kendimizi kurtaramayız. Bu konuda ünlü Pascal şöyle diyor: İyilik inancı olmayan bir insan, görünür iyilikler üzerinden bakışlarını kaydırıp içindeki zavallılığa bakmaya dayanamaz. Huzursuz, tedirgin bir insanın kendini avutmak için yaptığı bütün hareketlerin temelinde kendini tanımaktan kaçma isteği vardır. Bu saptama üzerinde çok fikir yürütülebiliriz. Aslında insan, belirli bir olgunluğa ulaşmadan, kendi yapısını içtenlikle açıklayamaz. Daha doğrusu kendine duyduğu saygının azalmasını içine sindiremez. Ancak olgunluğa eriştiğinde, boş ve inatçı bir gurur duygusu içinde kalmaktansa, gerçeği bütün açıklığıyla görmeyi tercih eder ( ne kadar acı ve kırıcı olursa olsun ).
Olgunluğa ulaşmak zorundayız. Aksi takdirde, iki sert - kalın duvar arasında gider geliriz. İç mekanlarımızda, kendimizi sorgulamak, en büyük sıkıntımız olur.
Yaşamdaki korkunç yanılgılardan biri de: İnsanın egolarına ve düşlerine kapılıp, kendisini olduğundan daha yüksek noktalarda görmesidir. İnsan kendi yeteneklerine güvenmeli ama bulunduğu noktayı da çok iyi bilmelidir. Ego, kontrol edilmediği zamanlar tehlikelidir. Çünkü insanın iç dengelerini hızla bozuyor. Küçük başarılar, büyük gurur duygularını doğurduğunda insanın varlığı inciniyor. Başarının gerçek amacı bu değildir.
Günümüze değin, çok sayıda lider, devlet adamı ve sanatçı: Kendi varlığının, düşüncelerinin doğru olduğuna, mükemmel olduğuna inanmıştır. İnancını büyük halk topluluklarıyla paylaşmıştır. Fakat o özel insanları yakından incelersek, iç dünyalarıyla dış dünyalarının çok uyumlu olmadığını görebiliriz. Bazıları depresif kişilik olup, yalnızca egolarını tatmin edecek bir başarı dengesi kurma gereksinimi içinde yaşamışlardır.
İkinci dünya savaşının son günlerinde, Berlin’de sığınağında saklanan Adolf Hitler’e, savaşın sonucuyla ilgili hiç umut kalmadığı söylendiğinde: Umurumda bile değil. Onlar hiç bir şeyi hak etmediler zaten demiştir ( Alman halkını kastederek ). Yeryüzünü değiştirmek, üstün insan modeli yaratmak isteyen bir diktatörden vicdanının olmadığına dair itiraf.
Her insan egoizme yatkın olabilir. Ego, sınırları zorlanmadıkça ya da dozu aşılmadıkça itici bir güç olarak yararlıdır ( Bir şeylerin yapılması, başarılması için ). Fakat hangi hedefe doğru ve ne amaçla gittiğimizi mutlaka sorgulamalıyız. Yalnızca başarmak için, yalnızca kendimizi tatmin etmek için koşuyorsak, sonunda bir mutsuzluk yaşayabiliriz. Bu arada, başkalarının da dünyalarını karartabilir, dahası, yaşama sevinçlerini bile yok edebiliriz.
Dünyaya gelmiş olduğumuz ne kadar kesinse, günün birinde ( belki de ansızın ) bırakıp gideceğimiz de o kadar kesin. Bunu hatırlamak: Dincilik, gericilik değildir. Hiç bir şeye bağlanmamak, gerçekten bilinçli bir insanın birinci ilkesidir bence.
Fırsat ve olanaklardan yararlanırken aç gözlü olmamalıyız. Doymadan, durmadan biriktirme yanılgısına düşmemeliyiz. Dünyayı kutsamak, maddi kazançları kutsamak zihnimizi çok yoruyor. İçinde bulunduğumuz doğayı, evreni yeterince düşünmüyoruz. Doğanın renklerini televizyondaki filmlerden görüyoruz. Terastan gün batımını izlemek hiç aklımıza gelmiyor. Bedenimizin duyarlılığı her geçen gün azalıyor. Esin verici eserler dikkatimizi çekmiyor. Ruhumuzu geliştirip dolu bir yaşam süremiyoruz. Gündelik yaşamımızın ritmini oluşturan pek çok unsurla uğraşırken bize ayrılan zamanı tüketiyoruz. Oysa geçen her saniye çok değerli.
Zamanın ne anlama geldiğini, ölenlere, yani bu dünyadan göçenlere sormak isterdim: Saflığımla, nelerin kurbanı ve nelerin katili olduğumu kavramam açısından …
Şair Hüseyin EVCİL
İZMİR / 14 Mayıs 2007
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - Çoğaltılamaz
TEŞEKKÜR EDERİM
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Çemberin İçindeki Kadın
Telefonunu 24 saat açmamak üzere kapattı. Farklı bir mekanda, özellikle doğada bulunma isteğiyle, akşam saatlerinde arabasına binerek hızla kentten uzaklaştı.
Yaşadığı yerde, dekolte kıyafeti ve sıcak sözleri nedeniyle herkes onu izliyor, doğal davranışları insanlarda tedirginliğe yol açıyordu. Belki de hedef gösteriliyordu.
Daha da hızlandı. Açtığı sert müzikler ve içtiği sigaralar, ofisinden taşıdığı gerginliğini azaltmıyordu. Deniz kıyısına ulaştığında bildiği bir kayanın üzerine çıktı. Oturuş biçimiyle, galeride duran sanat eserlerine benziyordu.
Toplumun bu kadar yozlaşmasını, 21. yüzyılda insanların hala, başkalarının özel yaşamlarına müdahale etmeyi, kendileri açısından öncelikli görev kabul etmelerini üzüntüyle karşıladı. Etrafında kedi gibi dolaşan, kariyer sahibi fakat ikiyüzlü, dedikoducu ve başkaları için küçülebilen insanlara acıdı. Durgunlaştı. Aklıyla, ruhuyla uzaktaki sevgilisine kilitlendi.
Zorlu bir dönemdi. Bazı şeylerin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. Koşullar ne olursa olsun, ne kadar stres ve tehlike altında bulunursa bulunsun, içindeki beyaz - yumuşak umut ışığının parlaklığını koruması gerektiğini düşündü. Denize dikkatle baktığında, tanık olduğu ışıltılar, içini saran hoş bir sıcaklık duygusuna neden oldu. Fakat aynı ışıltılar, sonsuzluğun içindeki bu dünyanın aslında ne kadar küçük olduğu duygusunun da benliğini kaplamasına neden oldu.
Felsefeyi seviyordu. Anlamlı şeylerle uğraşmayı seviyordu. İnsanoğlu, bu dünyanın gerçek sahibi değil ve hiçbir zaman da olmamış. Fakat bu dünyayı kendi malı sanarak ona dilediği gibi, kendi çıkarları doğrultusunda saygısız bir tarzda davranıyor. Milliyet ve din savaşları çıkarıyor. Virüsler üretiyor. Denizleri kirletiyor, toprakları zehirliyor. Dünya, bizlerin olmayı henüz başaramadığımız kadar verici bir varlık. Hep verdi ve bizi barındırmaya, korumaya devam ediyor dedi kendi kendine.
Dün geceye döndü. Telefondaki o sevimsiz konuşmaları hatırladı. Konuşmalar uzadıkça uzamıştı. Aslında hiç gereği yoktu yaşadıkları sıkıntıları abartmanın ama yolunda gitmeyen şeyleri konuşmamak rol yapmak olurdu. Tartışma sonuçsuz kaldı.
Kalın maskeleriyle, her gün bir grup duygusuz canavar ona mutlaka ulaşıp, öfkeyle bakıyordu. Bu, yıldızlara sığınmak isteyen masum bir gece bulutunun, acımasızca bıçaklanmasına benzeyen bir şeydi. Bu, güvenlik makamlarına anlatımı güç olan bir tacizdi. Bunların sürekli hissedilmesinden doğan ciddi bir kırgınlık, ciddi bir moral eksikliği vardı. Oysa mutlu olmak, herkesten çok onun hakkıydı. Bir savaşa katılsa; aşkı çok şeyleri susturabilir, çok şeyleri kökünden değiştirebilirdi.
Son günlerde hıçkırarak ağlamıyordu, bekliyordu sadece, gökyüzüne dokunan bir anıt gibi. Beklemek zordu ama zoru başarabilirdi. Çünkü içindeki doğal mimari, dış çizgileri kadar olağanüstü güzeldi. Geceleri okuyor, notlar alıyordu. Yaşama dair, ölüme dair bulduğu ağır imgelerle sevgisini çoğaltmaya çalışıyordu.
Deniz kıyısında, yaşadıklarıyla baş başa kaldığında; dünyasını, bedenini daha güçlü sevmesi gerektiğine inanıyor, içindeki sarsıntıları böylece yenebiliyor, yaşamının anlam kazandığından emin olabiliyordu.
Buluştuğu bu kayanın çağrışımları eşliğinde nefes alıp vermesi, denediği bütün sakinleştirici ilaçlardan daha yararlı oluyordu.
Başını kaldırdı hafif gülümseyerek ve siyah gözleriyle süzülüp giden güneşe baktı. Güven vericiydi. Ufku daha çok aydınlandı. Doğanın kendisine sunduğu yüce değerlerin ruhundaki acıları hafiflettiğini hissetti. Dergiden kesip sakladığı iki sözü tekrar okudu.
Eğer aşk varsa insanın hayatında; diğer bütün şeyler yolunda gitmese de olur.
Dostoyevski
Bir kadının giyebileceği en güzel giysi sevdiği erkeğin kollarıdır.
Yves Saint Laurent
Hava karardı. Elindeki kağıdı cebine koydu. Hep dokunmak istediği yıldızlara baktı. Gözleri doldu. Onlar da yorulmuşlardı yaşamaktan.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Sözün Gücü ve Etkisi
İnsanlar, ruhlarındaki dinamiklerini ve üretimlerini sözlerle ifade ederler. Her insan; yaşamındaki bütün tasarımlarını sözler aracılığıyla gerçekleştirir. Her insan; hangi ülkede, hangi dili konuşursa konuşsun, kafasındaki düşüncelerini sözler aracılığıyla aktarır. İnsandaki duygular, varlığına ait özel bilgiler, ancak sarf ettiği sözlerle sağlıklı anlaşılabilir. Söz; yalnızca duyulan bir ses ya da okunan bir yazı değil, insanın doğada, toplumda kendisini direkt ifade etme ve iletişim sağlama gücüdür. Sözcüklerle düşünüyoruz, anlatıyoruz, soruyoruz. Sözcüklerle yaşamımızda değişik tepkiler, olaylar yaratıyoruz. Evrenin herhangi bir noktasında ya da metafizik alanda söz; insan olarak sahip olduğumuz en güçlü araçtır ve silahtır aynı zamanda. İki yanı keskin kılıca benzeyen sözler vardır, anında bir yüreği dilim dilim edebilir. Bu; sözün kötüye kullanımıdır. Örneğin: Asil - onurlu insanlara dayatılmış işkence sayılabilecek, iftira, hakaret ya da karalama gibi çirkinlikler. Sözün diğer kullanımı; keyif, güzellik, sevgi ve mutluluk oluşturur. Sonuçta, nasıl kullanıldığına bağlı olarak söz; insanın ufkunda bir özgürlük zemini açabilir ya da insanı mahkum edebilir. Başta büyüklerimiz olmak üzere, bize hep sevgisini sunmuş fedakar insanlara hitabederken, onları yücelterek konuşmak zorundayız. Kutsal bir görevdir zaten. Tarihte görülen en etkili konuşmacılar; Tanrı elçileri yani peygamberler ve filozoflardır. Bazı sözler öylesine güçlüdür ki; kısa bir tek cümle, milyonlarca insanın yaşamını değiştirebilir, onları topluca yok edebilir. Tarihe baktığımızda; 1930 ’lu yıllarda Almanya’da yönetimi ele geçiren bir diktatör, sözü mükemmel biçimlerde, mükemmel tonlarda kullanarak, tüm halkı koşullandırmış, kışkırtmıştır. Dolayısıyla bu derin etki, ülkesini malum ikinci dünya savaşının içine itmiştir. Çok sayıda insan, korkunç boyutlarda şiddet uygulanmasına ikna edilmiştir. Psikiyatri penceresinden, bu gibi askeri ve politik olayları sorguladığımızda; Adolf Hitler, nutuklarındaki o sözleriyle, direktifleriyle, halk adına halkın korkularını harekete geçiren, gerçekten çok yetenekli bir insandır. Giderek yayılan yangın gibi tüm dünyada cinayetler, kıyımlar yaşanmıştır. İmal ettirdiği, dünyanın en büyük topunun üzerinden, rakip gördüğü devletlere rest çekmesi, Alman ırkının, dünyanın en üstün ırkı olduğu iddiası, yeryüzünü temizleme ve insanlık için yeni bir düzen kurma planları düşündürücüdür. Aslında halk kandırılmış, insafsızca harcanmıştır. Ülkelerin ülkelere, insanların insanlara saldırması, her birinin diğerinden korktuğu içindir. Her birinin diğerinin ideolojisine tahammülü olmadığı içindir. Hitler’in korku çıkışlı inançlara dayanan propagandaları dikkatle, ibretle incelenmelidir. Bilimsel açıdan, insan beynini; sürekli bazı tohumların serpildiği verimli toprak alanına benzetebiliriz. Burada en önemli, en kalıcı tohumlar ise; düşünceler, fikirler ve kavramlardır ama çoğunlukla bu verimli alana korku tohumu serpilir. Her insanın zihni verimlidir, berraktır. Asıl önemli olan; oraya ne tür bir tohumun ekilip üretildiğidir. Konuyla ilgili olarak ele aldığım Hitler’in; halkın bilinçaltına gönderdiği, korku ve savaşın gerekliliği isimli tohumlar çok hızlı büyümüş, ardından bilindiği gibi kitlesel ölümler gelmiştir. Çoğu insan, gerçekte bir ruh hastasının hastalıklı fikirlerini mantıklı kabul edecek kadar değişmiştir. Sözlerin olağanüstü etkilerini anladığımızda, ağzımızdan ne tür görünmez bir enerji çıktığını da anlamış oluyoruz. İnsan zihnine kasıtlı olarak ekilmiş bir korku ya da bir kuşku, ardı ardına felaketler getirebilir. Bir söz; küçük bir çengel atarak zihnimize girebilir, mevcut doğrularımızı, ilkelerimizi ve tüm yerleşik inanç sistemimizi iyiye ya da kötüye doğru değiştirebilir. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, asla hayallere dayalı sözler söylememiştir. Sözleri, insanımızın karakterini anlatırken diğer ulusları incitmez ve saldırganlık içermez. Bir Türk cihana bedeldir derken, sadece manevi gücümüzü vurgulamıştır. Geldikleri gibi giderler derken: Barbar, işgalci ülkelere en güzel yanıtı vermiştir.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Kavrama Zorunluluğu
Milattan sonra 45 yılında doğup ve 125 yılında ölen, felsefe tarihinde önemli bir yeri olan eski Yunan düşünür ve ahlakçı Plutarkhos diyor ki: Gerçeğin araştırılması, Tanrı’nın isteğidir. Bilimsel verilere göre: İnsanın gözleriyle algıladıkları, yalnızca ışık aracılığıyla gözlerine yansıyan titreşimlerden ibaret ve bu titreşimler beyni tarafından imgelere dönüştürülüyor. Eğer insanın gözleri daha yüksek frekansları algılayabilecek bir kapasiteye sahip olsaydı baktığında çok farklı bir dünya görebilirdi. Yerçekiminin etkisiyle ağırlığımızı hissediyoruz ve böylece sabit durabiliyoruz. Dünya adı verilen gezegenin kabuğunda koşuşturuyoruz. Durduğumuz nokta, düz gibi görünse de aslında büyük, topa benzeyen bir cisim. Bu cisim güneşin etrafındaki gezegenlerden biri. Güneş ise yaklaşık yüz milyar yıldızdan oluşan Samanyolu dediğimiz galaksinin kıyılarında dolaşan orta büyüklükte bir yıldız. Samanyolu; mevcut teknoloji cihazlarıyla saptanabilen yaklaşık 200 milyar galaksiden biri. Yani bu 200 milyar galaksi bizim evrenimizi oluşturmakta. Evrenimiz, sonsuzluk içindeki evrenlerden yalnızca bir tanesi. Sonuçta çok büyük rakamlarla açıklanabilen mükemmel sistemler ve tasarımlar. Yıldızların, renklerin bitmeyen dansları. Astronotlar dünyayı uzaydan izledikten sonra, çok farklı bir bakış açısı kazandıklarını ve her şeyin anlamının birden değiştiğini ifade etmişlerdir. Demek ki yaşam tablosunu, ne tür bir çerçevenin içine oturtursak anlamı ona göre biçimleniyor. Algılama ve bakış açısı, yaşamın niteliğini belirleyen en önemli unsurlar. Yani bilinç. Fakat en yüksek bilinç düzeyinde bile insanın, evrenin görev ve işleyişi hakkında yeterli bilgilere ulaşması mümkün değil. Çabalarıyla kendi görüş açısını genişletebilen insan için bu acılı - problemli yaşam, sadece bir deneyimden ibaret. Bütün canlılarda olduğu gibi, insan kendisini pusuda bekleyen ölümle tanıştığında asla direnemiyor, tüm donanımlarıyla ve kazanımlarıyla toprağa karışıyor. Yaşadığı sürece aklını, enerjisini dikkatli kullanabilirse kendi varlığını yüceltebiliyor ancak.
Dünyanın Son Durumunu Sorgularsak: Mutsuzluk ve doyumsuzluk salgın hastalık gibi. Mutluluk reçeteleri artık işe yaramıyor. İdeolojilerin sunduğu vaatler insanları gerçek anlamda mutlu edemeyecek kadar basit kaldı. Bütün politik söylemler demode oldu ve her şey sis bulutuna doğru ilerliyor ne yazık ki. Ülkeler karışıklık içinde. Köklü bir değişime gereksinim duyuluyor. Yeni anlayışlara, yeni projelere gereksinim duyuluyor. Alışkanlıklar, ilişkiler; toprağı selde yıkanıp giden kayalar gibi sivrildi. Kaba bir tanımla: Sırıttı. Oralara atılan tohumların yeşermesini beklemek büyük saflık olur. Elimizdeki gerçek değerlerin ne olduğunun hesabını yapmak zorundayız. Dünya mutlu bir yer olmalı hepimiz için. İnsanlar, yanlış görüşlerinden kurtuldukça, onlardan boşalan yerlere çok daha iyi bilgileri ve asıl önemlisi, erdemlerinin gelişmesine yardımcı bilgileri doldurabilmeliler. Klasik korkularımız geçmediği için mutlu değiliz, mutluluğu satın almaya çabalıyoruz sadece.
Dün ne yaptık ? Bugün ne yapıyoruz ? Kanımızı dondurmaya çalışan, bizi güçsüz bırakmaya çalışan dış güçleri daha yakından tanımalıyız. Sevimli yüzleriyle yoldaşlık eden fakat gerçekte düşmanımız olan egemen, sömürücü ülkelerle aramızdaki mesafeyi yeniden gözden geçirmeliyiz. İçimizde ve dışımızda yeniden yapılanmadığımız sürece topluma dair bütün kurtuluş fikirleri, kandırmadan öteye geçmeyecek. İnançlı ve yurtsever bireyler, geleceğimiz için tek yumruk olmalılar. Kapıdaki küresel canavarlar her geçen gün çoğalıyorlar. Uyanık kalmak zorundayız. Omuzlarımızdaki yükler ağır. Biri ittiğinde belimiz kırılmasın.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Kırmızı Mektup
Sevgili Ingeborg merhabalar
Henüz kahvaltı yapmadım. Yazacaklarımı düşünürken önümdeki çayı da unuttum. Umarım iyisindir. İyi olmaya, moralini yüksek tutmaya çalış ve dostlarını elinden geldiğince yaşat.
Bir uçağın, hava koşulları ya da iniş takımlarının açılmaması nedeniyle, ineceği alanı sıyırıp geçmesini düşün. İnsan ilişkilerinde de bu gibi benzerlikler var. Önceden araştırmalar yapılarak yola çıkıldığında bile yıkımlar yaşanabiliyor, tarafların başı ağrıyabiliyor. Sakın yanlış anlama, bugüne kadar arkadaşlık etmek istediğini belirtip, hiç beklemediğim anda bırakıp giden insanlarla çok karşılaştım. Görüşmelerimizin doğal, sıcak geçmesini ikimiz de istiyorsak: Bunu hissettirmeliyiz. Meraka dayalı sorulardan çok sıkılıyorum. Konu ne olursa olsun, hayal kırıklığı yaşayacak yaşım geçti. Senin için de geçerli bu.
Dile kolay, koskoca Berlin. Orada nasıl yaşıyorsun bilmiyorum ? Bilmediğim çok şey var ama hayatın senin. Fotoğraflarını inceledim. Mesajların çok güzel. Belki günün birinde buluşuruz ama o gelecek güne yatırım yapar gibi sana iyi görünmek amacında olmadığını tahmin edebilirsin.
Yakınlarım öldüler. Devlet kademesinde, sanat çevrelerinde sevilirim. Annemi çok önceden, babamı da iki yıl önce kaybettim. Uzun yıllar, tekerlekli sandalyesinde felçli babacığıma severek baktım. Kıyamadım yanından ayrılmaya. İsveç’e gidecektim, gitmedim. Bazı öğretim üyeleri: Arkadaşım lütfen git, buralarda değerin bilinmez, sefil olmanı istemeyiz diye sevgilerini gösterdiler. Olmadı. Olmadı diye yakınmıyorum. Ülkemi, toprağımı seviyorum.
Yaklaşık beş yıl önce bir balerin vardı. Sigara içeceğim. İçim tuhaf oldu. Kaybettim. Filmlerdeki gibi arabasıyla uçuruma düşmüş. Alkol alırdı, depresifti ama içi güzeldi.
Dışarıdan hoş görünümlü biriyle tanışmak için uzun uzun düşünüyorum. Güzellik, estetik yalnızca görüntüyle ölçülemez. Yanılgı yaşanabilir. Bir zaman, içimden geldi; sabaha kadar masajlar yaptım, arkadaşın yoğun tedavilerde iyileşmeyen ağrıları kayboldu, yorgunluğu kalmadı. Kendisi de çözemedi. Şiirlerimi dinlerken hortuma kapılıp gökyüzüne yükseldi. Dünyadan çıkıp gitti. Bir zaman, içimden geldi; deniz kıyısında oturduk bütün gece öpüştük, üstümüzde yağmur. Hayatımın kadını sandım. Fakat çok geçmedi, bencil yapısı, kompleksleri açığa çıktı. Beni değil, tüketimi seviyordu. Birini tüketerek ayakta kalıyordu. Bencilliğine dayanamadım, uzaklaştım.
Aşkı - fedakarlığı isterken, doğru insan mı acaba kaygısını duyuyorum ? Belki yapayalnız ölür giderim, bir çok insanda görüldüğü gibi. Olabilir. Belki seninle görüşmek beni hep rahatlatır. Günlük hobiler teselli edici. Asıl önemli olan: İnsanın kendini gerçekleştirebileceği ve kendi içindeki güzelliği paylaşabileceği birini yaratması. Gerçek bir dost yaratmak yani. Masum çocuğa benzettiğim yüreğimi, usulca kucağına bırakabileceğim insanı arıyorum. Bulurum ya da bulamam. Bulduğum insan, kucağındakine nasıl davranır, kendinden ne verir, bilemem ?
İrade, mantıkla birlikte kararlar alıyor ve bu kararlarda bilinçaltı da etkili. Bu akşam yalnızca salata yedikten sonra yaklaşık beş kilometrelik bir yürüyüşe çıkacağım. Gözlerim gökyüzündeki yıldızlarda dolaşacak ve çok şey düşüneceğim. Sana sayfalar dolusu yazsam da beni uzaklardan anlayabilir misin ? Sen bana, dünyandan sevgi ışıkları gönderen küçük kırmızı bir fener olabilir misin ? Uzun sürecek arkadaşlık, özel sözlerle başlar. Duygudan soyutlanmış: Nasılsın iyi misin, Günlerin nasıl geçiyor sözleriyle, ne sen ne ben kurtuluruz. Benim aradığım: Gerçek dostluk, duyguların aktarımı, hayallerin paylaşımı ve gerektiğinde kendini adama ( en son, en uzak aşama ). Sevgili Ingeborg, bu görüşümün altını çiziyorum: Adama olayı çoğu insanı aşar. Çünkü seksin de ötesinde bir eylemdir ve her insan başaramaz. Erdemlere sahip, güzel bir insan: Sever, iyilikte bulunur, ziyaretine gider ama kendini bütünüyle adayamaz. Doğuşundan varolan egoları engeldir. Aklıma geldi: Eski dönemlerde Moskova’da yaşayan sanatçı bir çift, aşırı yoksullukları nedeniyle ekmek ve şarap alamadıklarında, erkek demiş ki ( alçak ses tonuyla, biraz da korkulu ): Hiç bir şeyimiz yok şu an. Saçlarını kesip satabilir miyiz, kabul eder misin ? Kadın hiç düşünmeden evet demiş. Başının saçsız kalması hiç önemli değil, asıl önemli olan sonsuz bağlılıklarıymış.
Aramızdaki iletişim çoğalır ya da eksilir. Kimse kimseye muhtaç değil ama güzel olanı yaşatmak gerekir insan olarak. Hoşça kal. Mutlu kal.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Gri Bulutlar
Kültür Bakanlığı desteğiyle yapımı gerçekleştirilen, Eve Giden Yol isimli film mutlaka izlenmeli.
Bu başarılı filmde: Oyuncularımızın aldıkları rolleri mükemmel canlandırmaları bir yana, doğa ve olayların yaşandığı mekanlar çok hoş. Konular, tarihimizi yansıtıyor. Çekimler, Antakya çevresinde yapılmış: Dönemin gelenekleri, kıyafetleri, konaklar, kervansaraylar, devletin gün geçtikçe kendi otoritesini koruyamaması, tedirginlik, yoksulluk, cephelerdeki son çırpınışlarımız, çöllerde kavrulan insanlarımız izleyiciler açısından gerçekten etkileyici. Ben çok beğendim.
Filmin bazı sahnelerinde tuhaf oldum. Yalnızca gerilmekle kalmadım, oturduğum koltuktan kalkıp gitmek istedim. Çünkü görüntüler, konuşmalar, insanın yüreğine saplanan türden. Kaç kez gözlerim doldu. Dedelerimizin, güç koşullarda, inançlarını asla yitirmeden, vatana karşı sorumluluklarını nasıl yerine getirmeye çalıştıklarını görmekle çok duygulandım.
İngiltere, bütün Arap topluluklarını kandırarak, Türklere karşı kışkırtarak, Osmanlı İmparatorluğu adına o bölge topraklarını koruyan askerlerimizin imha edilmelerini sağlıyor. Bir vahşet yaşanıyor.
Çöl ortasında, çemberde direnen birliğimizin, İngilizler ve Arap destekçileri karşısında, ne yazık ki çıkışları yoktu. Su, yiyecek hiç kalmamıştı. Suya ulaşan yol kesilmişti. Kendi kaderimizle baş başa, zamanımızı doldururken, İngiliz General haber gönderip görüşme talebinde bulundu. Talebini kabul ettik. Karşılama ve bakışmalar görülmeye değerdi. İngiliz, silahlı korumalarıyla gelirken, Arap Şeyhi de onun arkasında, gönüllü sekreteri gibi davranıyordu.
Görüşme bizim çadırda, ayakta yapıldı. Sadece bir - iki dakika ve biz, gelenlere kapıyı gösterdik. Çünkü karşı taraf, kendi malzeme üstünlüğüne güvenerek ve bizi küçümseyerek: Silahlarınızı teslim edin, canınızı kurtarın, daha böyle kaç gün dayanabilirsiniz ki dedi ? Sizin intihar edecek merminiz kaldı mı acaba dedi ?
Paşa, koşullar nedeniyle üzgündü fakat ezik, umutsuz değildi. Başı dikti. Düşündü, gezindi. Düşünürken, çadırının önünde nöbet bekleyen askerin yüzüne baktı bir ara, ayakta uyuduğunu gördü. Nöbetçiye sert biçimde: Sıkı dur dedi ama aldığı sesli uyarıyla gözünü açan askerimiz yıkıldı ve oracıkta hemen öldü. Hayatta kalanlarla, son bir hamle yapılması, böylece bir grup insanımızın kurtulması düşünüldü. Bu derhal uygulandı. Düşman çemberi yarılmış oldu.
İngiliz birliklerinin, çöl ortamında kullandıkları değişik silahlardan başka, eski model uçakları vardı. Bu çok önemli. Diledikleri bölgeleri, özellikle içinde asker gönderildiği istihbaratını aldıkları trenlerimizi bombalıyorlardı. Araplar ise, yakaladıkları Türkleri, develerin arkasına bağlayıp yerlerde sürüklüyorlardı. Çöllerde can pazarı: Din kardeşi olduğu halde sırtımızdan vuranlar, kan ve şiddete doymayanlar, ahlak ve vicdan yoksunluğu, cahillik, insanın yüreğini burkan işkenceler.
Filmin başka sahnesinde: İngiliz General, içindeki düşmanlığını yenemediğinden, Selahattin Eyyubi’nin türbesine geldi. Saygısızca içeri girdi. Çizmesini, o değerli komutanın mezarına dayayarak, şöyle dedi ( alaycı, gururlu ve tehdit kokan bir tarzda ): Selahattin, sen izin vermedin ama bak biz yine geldik. ( itici, kompleksli hali hep belirgindi ).
Kalbimin atışları hızlandı. Filme iyice yoğunlaşmışım.
Mezar, her şeyin üzerinde bulunan bir makamdır, kime ait olursa olsun. Ölüyle tartışmaya girmek, büyük bir zayıflık ve çok iğrenç bir psikoloji.
Selahattin Eyyubi (1138 - 1193) bilindiği gibi, tarihte, Haçlı Seferinde oynadığı büyük rol dolayısıyla anılmaktadır. Filistin’i elde tutmak için Hıristiyanlar’a karşı mücadele etmiş, olağanüstü cesareti nedeniyle, İngiltere Kralı 1. Richard’ın da bulunduğu tüm batı hükümdarlarınca, takdir ve saygı görmüştür.
Bunlar geçmişte kalanlar. Önemli olan: İngiltere’nin, uzun vadeli planlarını yaşama geçirmesi. Ortadoğu üzerindeki egemenliği ve halen sürmekte olan denetimi. Zaten çoğu İslam ülkelerinin yöneticilerinin batı hesabına, severek çalıştıkları bilinen bir gerçek.
Günümüzde, artık gizli saklı tarafı kalmayan başka büyük tehlike: Aynı İngiltere, ABD yardımıyla Türkiye’yi parçalamak istemekte, Türkiye’yi bölünmüş gösteren haritalar yayınlamakta. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, etnik ve dini zeminlerde, iç karışıklık çıkarmayı amaçlamakta. Kukla Kürt Devleti ve Ermenistan üzerinden tansiyonumuzu yükselten projeler hazırlamakta.
Canavarlar canlandılar: Emrediyorlar ve emirlerinin kabul edileceğini sanıyorlar.
Geçtiğimiz aylarlarda, ciddi basın kaynaklarında ve yorum merkezlerinde vurgulandığı üzere: Rusya Genelkurmay Başkanı Yuri Baluyevski önemli bir açıklama yaptı. Rusya’nın, SSCB döneminde ABD ile imzalanan, Kısa ve Orta Menzilli Füzelerin İmhası Anlaşması’ndan tek taraflı olarak vazgeçebileceğini belirtti. Baluyevski: Anlaşmayı kendilerinin tek taraflı geçersiz ilan etmeleri için, ellerinde Washington’a sunabilecekleri çok sayıda kanıt olduğunu söyledi. ABD, füze kalkanı projesine devam etmektedir. Bu sistemlerin Çek Cumhuriyeti ve Polonya’da kurulmasıyla ilgili hazırlanan planları biliyoruz. Birçok ülke, füzelerini geliştirmeye ve modernleştirmeye çalışıyor. Ancak Rusya, imzaladığı anlaşmaya uyarak bu füzelerin kopyası olmayan teknoloji bilgilerini sildi. Anlaşmadan vazgeçmek için en geçerli neden: Taraflardan birinin diğerine sağlam kanıtlar göstermesidir dedi.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ise ( Münih Güvenlik Konferansında yaptığı konuşma ): Amerikan yönetiminin, ulusların sınırlarını değiştirmek hedefiyle, kendi sınırlarını aştığını ve bunun dünyadaki istikrarı bozduğunu söyledi.
Putin’in Uyarıları Şunlardı ( özetle ):
1) Bir ülkenin tek başına hareket etmesi dünyada her zaman daha fazla acı getirdi. ABD birden fazla alanda sınırlarını aştığı gibi herkese isteklerini kabul ettirmeye çalışıyor.
2) Hiç bir ülke, kendini güvende hissetmiyor. ABD politikaları dünyada silahlanmayı teşvik ediyor.
3) Irak işgali en son çare olmalıydı.
4) Romanya ve Bulgaristan’a ABD füzeleri yerleştiriliyor.
5) İran yönetimi nükleer çalışmalarının barışçı amaçlı olduğunu açıklıyor. Bu açıklamaların dikkate alınması daha verimli olacaktır.
ABD Savunma Bakanlığı: Günümüzde kimsenin Rusya ile soğuk bir savaş istemediği, Doğu Avrupa’daki füzelerin NATO üyelerini korumaya yönelik oldukları kısa açıklamasını yaptı. Elbette bu sözler inandırıcı değildir.
Savunma Bakanı Gates’in, kısa bir süre önce Temsilciler Meclisi’nde konuşurken, Şer Ekseni içinde saydıkları: İran, Irak, Kuzey Kore gibi ülkelere, Rusya’yı ve Çin’i de eklemesi tepki görmüştü.
Dosyalar kapatılmıyor. Emperyalizm daha çok şeyler dayatacak yoksul halklara. Çünkü şirketler doymadılar.
Bize dönelim: Ufkumuza değil, doğrudan yüreklerimize saldırı var. Dağılmadan yaşamaya, ilerlemeye devam edebiliriz ( ancak üç maddeyi benimsediğimizde ): Gücümüze inanarak, birbirimizi gerçekten severek, disiplin içinde çalışarak .
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Yılan Yumurtaları
Kafamızdaki kaygı verici bilgilere her gün bir yenisinin daha eklenmesine alıştık sayılır. Amerikan füze sistemlerinin, Doğu Avrupa’dan sonra Türkiye’ye yerleştirilmesi için, NATO yetkilisi Victoria Nuland, 5 Mart tarihinde, Genelkurmay Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’nda resmi görüşmelerde bulunmuş ve sohbet sırasında, ön yargıyla: Türkiye’nin şu anda, İran füzelerinin tehdidi altında olduğunu söylemişti.
Her zaman, bu gibi batılı misafirlerin saptamalarını gülümseyerek dinledik.
Geçmişteki soğuk savaşın en belirgin yanı, nükleer silahlanmaydı. Dünyadaki güç dengelerinde, ülkemiz NATO içinde yer aldı ama 90’lı yıllardan sonra çok şeyler değişti. Rusya ile ciddi bir ekonomik işbirliği sağladık. Türk firmaları Rusya’da iş alanları yarattılar. Karadeniz’in güvenliği ve enerji konularında ortak politikalar ürettik. 16 bağımsız Türk Cumhuriyetiyle daha çok muhatap olduk. Bunların bazılarıyla geçmişten gelen akrabalık bağlarımız bulunuyor.
Türkiye üzerinde oynanmak istenen oyunların asıl amacı ve hedefi: Anadolu topraklarının dokusunu bozmak. Etnik kimlikler kışkırtılarak, emperyalist fikirleri canlı tutmak.
Yönetime gelen bütün iktidarlarımız, ne yazık ki ağır borç yükü altında kaldıklarından, uluslar arası kuruluşların politik ve ekonomik dayatmalarına karşı koyamadılar. Son zamanlarda, bazı finans, medya ve sanayi şirketleri ile topraklarımızın bir bölümü, doğal kaynaklarımızın bir bölümü yabancılara devredildi. Ürkütücü olan: Yeni Dünya Düzeni’ne bağımlı hale getiriliyoruz.
Vatanın bütünlüğünün korunması, Türkiye’nin birinci görevi. Üniter devlet yapısını bırakıp eyaletlere geçmek, intihardır. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’da yaşandı bu. Kopan, daha doğrusu, koparılan parçalar artık birleşmeyecekler. Egemenler, iç çökertme işini oralarda başarıyla tamamladılar.
Maliye Bakanlığı’mızın: TRT ve PTT kurumlarının özelleştirileceği açıklaması tepki görmüştü. Türk Haber - Sen Başkanı İsmail Karadavut, 27 Şubat 2007 tarihinde Maliye Bakanlığı önüne siyah çelenk bırakmış ve şunları söylemişti: Hükümet kurumlara tüccar gözüyle bakıyor. PTT, 166 yıldır görevini başarıyla yapmaktadır. 50 bin kadrosu bulunan PTT Genel Müdürlüğü’nde çalışan sayısı 25 bine düştü. IMF’ye sözler verildiği için, kurumlara personel alınmıyor. Cumhuriyetin kurumları birer birer elden çıkarıldı. Özelleştirme adı altında önemli kurumlarımız yabancıların eline geçti. Bunlar topla, tüfekle ülkemizi işgal edemeyenlerin bir oyunudur.
Aynı yemeğin ısıtılıp sunulduğu gibi, Osmanlı döneminde Ermenilere karşı soykırım yapıldığı iddiaları ve iftiralarıyla, günümüz Türk insanı incitiliyor. Bizi insafsızca suçlayanların kendi geçmişlerinin ne kadar kirli olduğu belgelerle ortada.
Birlikte göz atalım:
1) 1950 yılından sonra, Kıbrıs Rumları, Enosis ve Megali Idea gibi kutsal saydıkları amaçlar doğrultusunda binlerce Kıbrıs Türkünü organize biçimde, vahşice katlettiler. Her yerden toplu mezarlar çıktı. Fakat çetelerden hiç hesap sorulamadı. Katillerin yargılandıklarına, ceza aldıklarına dair açık, resmi bir bilgi yok.
2) Biraz daha geriye gidelim: 1829 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla, Mora’da bulunan Türkler göç etmeye zorlanmış, o sıralarda 20 bin Türk katledilmiş. 1923 yılında Lozan’da imzalanan Türk ve Yunan azınlıkların karşılıklı mübadelesi anlaşmasının ardından, Batı Trakya bölgesinde yaşayan 400 bin Türk, hukuki, kültürel ve dini haklarının kısıtlanması üzerine, bölgeyi terk etmek zorunda kalmış.
3) Almanya, ünlü diktatör Adolf Hitler önderliğinde ( 1933 - 1945 ), yeryüzüne egemen olma hayalleriyle, Büyük Alman İmparatorluğu’nu kurmak, mükemmel, üstün bir ırk yaratma hedefleriyle, diğer uluslardan yaklaşık 21 milyon insanı, kurşuna dizerek, toplama kamplarında yakarak, gaz odalarında zehirleyerek soykırımın en ağır biçimini uygulamış. Almanlar işgal ettikleri diğer ülkelerde 2 milyon civarındaki Yahudi’yi vurmuşlar, asmışlar.
4) Danimarka gibi uygar geçinen bir ülkenin de, ikinci dünya savaşı sonuna doğru, ilerleyen Sovyet Ordusundan kaçan ve Danimarka’ya sığınan 250 bin masum Alman mülteciyi, duyarsızca ölüme terk ettiği biliniyor.
5) Savaşlardan, silahlardan, darbelerden ve zararlı teknolojilerden sorumlu ABD’nin sicili, oldukça karanlık. Soykırımlara; göz diktiği toprakların asıl sahipleri olan Kızılderilileri katletmekle başlamış. İkinci Dünya Savaşı bitiminde, İngiltere ile birlikte hareket ederek, Dresden’e sığınan Alman göçmenlerin üzerine 3 gün süreyle bomba yağdırıyor. Bu saldırılarda ölen çocuk ve kadın sayısı: 200 bin kişi. Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan iki adet atom bombası sonucu 135 bin kişi ölüyor. Vietnam işgali, 70 bin kişinin ölümüyle sonuçlanıyor. ABD, Felluce’de modern silahlarla, sivil halktan tam 1500 kişi öldürdü. Lancet’in araştırmasına göre: Irak’ta ABD işgali nedeniyle ölen sivil insan sayısı 700 bine yaklaştı.
Tarihimizde olmayan bir soykırımı, varmış gibi göstermekle, Haçlı ruhu Türkiye Cumhuriyetine saldırıyor. İngiliz televizyonu BBC’nin, 27 ülkede yaptırdığı yeni bir ankete göre: Türkiye, Avrupa Birliği’nden çok uzaklaşmış.
Sonuç olarak, güvenilir kaynaklardan şu bilgileri öğreniyoruz ( özetle ):
Ermeni soykırımı iddiaları, sadece kasıtlı propagandalar olup, gerçekler çok farklıdır. O tarihte iki devlet arasındaki savaşta, Çarlık Rusya’sı ordusunda, Türkiye’ye karşı 200 bin donanımlı Ermeni askeri savaşmış. Fransız ordusu içinde de, 5 bin Ermeni genci, Fransız giysileri giydirilerek, Türkiye’ye karşı cepheye sürülmüş. Rus ve Fransız ordusu güdümünde savaşan Ermeni askerlerin çoğu Türklerle çarpışmaları sırasında ölmüşler. Ayrıca 1920 ve 1921 yıllarında Ermenistan’ın Türkiye’ye saldırıları olmuş. Rusya tarafından silahlandırılan Ermeni Gönüllü Birlikleri, Türk ordusunu içinden vurmuş, köylerde uyguladığı şiddet sonucu, her iki taraftan da kayıplar olmuş, iki halk arasında karşılıklı çatışmalar yaşanmış. Ancak Ermeni askeri güçleri, emperyalist devletlerin oyuncakları olurlarken, Türkler kendi vatan topraklarının savunmasını yapmışlar.
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’dan kalan toprakların paylaşım savaşı gibi de düşünülebilir. Zayıflamış bir imparatorluk 6 ayrı cephede savaşıyor. Ermenilerin Ruslarla birlikte bizi sırtımızdan vurmasına: İhanet denilebilir. 1878 yılında, İstanbul Ermeni Cemaati, Edirne’ye gelen Rus Başkumandan Vekili Grandük Nikola ile görüşerek Rus Çarına bağlılıklarını bildiriyor ve özerklik istiyor. Ermeniler, büyük devletlere güvenerek kan dökmeye 1890’lı yıllardan başlıyorlar. Samsun ile Mersin arasında çizilecek bir çizginin doğusunda ( onlara göre ) Büyük Ermenistan kurulmalıdır. Bu amaçla, Taşnak Partisi ve Hınçak örgütü kuruluyor. Osmanlı Bankası baskını, Abdülhamit’e suikast gerçekleştiriliyor.
Atatürk’ün Sağlığında Söylediği Uyarıcı Sözlerinden:
Kürtlerin devletten ayrılarak bağımsız Kürdistan kurmalarını tasvip etmem. Çünkü bu muhakkak Ermenistan lehine kesinlikle İngilizler tarafından tertip edilmiş bir plandır.
( 16 Haziran 1919 )
Doğu Anadolu’muzu Ermenilere çiğnetmeye yol açacak Kürdistan Teali Cemiyeti gibi çok zararlı bir teşkilatın, vicdan yerine yabancı parası taşıyan serserilerin memleketimize ekmek istedikleri fesat tohumlarının Dersim’de revaç bulmuş olması üzüntü vericidir.
( 9 Kasım 1919 )
Bizi Kurtuluş Savaşı vermek zorunda bırakan İngiltere olmasına rağmen, Anadolu’da hiç çarpışmadığımız İngiliz ordusu ile Musul için, Musul’un kuzeyinde çarpıştık ve çok önemlidir. Dumlupınar’daki 30 Ağustos zaferinin ertesi günü, 31 Ağustos’ta İngiliz ordusuna karşı Derbent zaferini kazandık. Musul bizim için çok kıymetlidir. Sonsuz servet teşkil eden petrol kaynakları vardır. Bunun kadar önemli olan: Kürtlük meselesidir. İngilizler orada bir Kürt hükümeti teşkil ettikleri takdirde, bu fikir bizim hudutlarımız dahilindeki Kürtlere de sirayet edebilecektir.
( 16 Ocak 1923 )
Savunma Bakanı Robert Gates, bir açıklamasında: ABD’nin Irak’ta, uzun süreli dönem için askeri varlık bulundurabileceğini belirterek, Güney Kore ve Almanya’da bulunan üsleri örnek gösterdi.
Emekli Tümgeneral Osman Özbek ise, bir programda, ABD’nin PKK’ya verdiği desteği somut bir şekilde anlatırken şöyle dedi: ABD, PKK’nın silahlı kalmasını istiyor ve öyle kullanmaya da devam edecek. Fakat asıl amacı: Kürdistan devletini Türkiye’ye doğru genişletmektir.
Bıçak kemiğe dayandı. Çok kan kaybettik.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Kaygılar Ekledim Sevgilerime
Merkezi, Londra’da bulunan Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün hazırladığı, 2007 yılını kapsayan Askeri Dengeler raporunda: Türkiye’de halen etkili olan, PKK terör örgütüyle ilgili ayrıntılı bilgiler veriliyor. Uzaktan kumandalı, model uçaklarla saldırılar planlandığı, önemli istihbarat olarak bu raporda belirtiliyor. İlginç, düşündürücü: Söz konusu model uçakların, İsrail yapımı olduğu ve 10 kilometreden daha uzak mesafelerden bile kontrol edilebildiği bilgisi veriliyor. Raporda: Örgütün, sürekli silah yenilemekte olduğu uyarısı yapılıyor.
Bu anlatımlardan anlayabiliyoruz ki, problemin çözümü uzatılıyor. Kaç yıl daha uzatılacağını, mevcut İngiltere ve ABD yönetiminin arkasında bulunanlara sormak gerekiyor ama onlara ulaşmak olanaksız. Mars gezegenine gitmeye benziyor. Geriye sağlam dönemeyebilirsiniz.
Hangi ülkenin, hangi ülkeye karşı nasıl bir tavır alacağı, hangi ülkeler arasında kalıcı bir düşmanlığın başlatılacağı gibi karanlık planlar, belirli tarihlerde yapılan basına kapalı toplantılarda, organize ediliyor. Öteden beri, Avrupa’daki büyük mason localarında çok gizli kararlar alınıyor. Masaya yatırılan bir ülkenin iç organları ve misyon sorumluları, gelecek zamanlar için, inceleniyor. Sahneden silinecekler, müzeden gün ışığına çıkarılacaklar görüşülüyor.
Emperyalizm kudurdu diyebiliriz. Ulus devletlerce önünün tıkandığını düşünüyor. Yoksul halkları acımasızca eziyor, birbirlerine kırdırıyor. Hedef seçtiği devletlerin en hassas kurumlarına saldırıyor ( din, ordu, yargı ).
Yaşamımıza yerleşen yanlış bilgilerin ve dış uyaranların nereden geldiklerine dair yapılan açıklamalar komik, saçma. Fakat alınan bu bilgiler, güçlenerek etkilerini sürdürebiliyorlar. Acı olan: Eğitimi zayıf insanların, çürümüş fikirlere inanmaları. Üzerinde düşünüp özgürce karar aldıklarından mı, yoksa girdikleri atmosferde yakalandıkları elektrik akımının etkisinde kalarak boyun eğmelerinden mi ( psikoloji penceresinden incelenebilir ) ?
Televizyondaki bir haber nedeniyle, yaptığım işi yarım bıraktığım, iştahla yediğim yemeğin boğazıma takıldığı, gözlerimin dolduğu, sinirlerimin bozulduğu çok oldu. Bazı haberlerin dağıtımını doğru bulmuyorum. Ekonomik problemler, ruh hastalarının işlediği suçlar, bu kadar tırmalayıcı biçimde sunulmamalı. Ayrıca, batı ülkelerinin televizyonlarına baktığımızda: Hükümet ya da parti temsilcileri, her gece ekranda konuşmuyorlar, konuşmazlar. Devletin yüksek makamında oturanların konuşmaları, kısa, düzeyli geçer.
Bizdeki tekelleşmiş medya: Toplumun; neyi, nasıl düşünmesi, istemesi ya da reddetmesi yönündeki çalışmalarında çok başarılı. Çünkü bir başlık, bir fotoğraf, çok şey demek. İnsanların sakin dünyalarını bir anda alt üst edebilecek kadar sarsıntı demek. Böylelikle güçlü zeminler kuruluyor ve saf düşünceler boğularak, hazırlanmış bir kalıba sokuluyor.
Irak Devlet Eski Başkanı ile ilgili yorumlar ne kadar belirgindi. Günlerce, elinde tüfekle havaya ateş ederken çekilen görüntüler verildi. Saddam: Purosu, fötr şapkasıyla, tehdit eden, gösterişli bir kovboy gibiydi. Unutmuş olamayız, üzerinden çok geçmedi çünkü. Komşumuzu aşağılayan, çöplüğe çeviren gelişmiş ülkeler, aslında insanlığın kaderiyle oynadılar.
Küresel ısınma felaketi kapıdaymış. Yıllardan beri füze denemelerini biz mi yaptık, yerküreyi biz mi ısıttık ? Barışçı, demokrat görünümlü canavarların işleri. Nolderun şöyle diyor: Hiç bir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz.
Gençlerimiz, teknoloji araçlarından yağan negatif yağmurları sünger gibi emiyorlar. Saf zihinlerine giren tehlikeli duygular, olası bir saldırı nedeni aslında.
Yoğun düşüncelerin meydana getirdiği formlar, şuur alanında yaşam buluyor. Beslenmeye devam ederse, güçleniyor, netlik kazanıyor ve bir basınç oluşturuyor. Karakter, vicdan gibi değerlerde eksiklik varsa, bu basınç, şiddeti zorunlu kılıyor ( elektriğin boşalması ). Çıkarlarının zedelendiğini, zenginliklerini kaybedeceğini düşünen insanlara ya da topluluklara göre saldırı: Normal bir tepki. Düşünceler, hangi aktif noktadan besleniyorsa, dayatma altındaki insanlar, o sıcak akımın oyuncuları oluyorlar.
Basit, günlük tüketim programlarımıza, kendi varlığımızı kendi ellerimizle çivilersek; doğadaki yerimizi hissedemeyiz. İnsan gibi yaşamak, insan gibi ölmek için, kendimizi iyi tanımak, bizi kurban edebilecek duyguları keşfedip sorgulamak zorundayız.
Her geçen gün, tahrik edici, denge bozucu, öfkeyi harekete geçirici titreşimler çoğalıyor. Gerilim, stres bizi bitkin düşürüyor. Gereksiz hastalıkları çağırıyoruz. Hızla geliyorlar, ruhumuzu tartaklayıp gidiyorlar. Sağlıklı yaşamanın keyfini bırakıp başka ölçülere göre yaşadığımız için sıkıntılarımız hiç azalmıyor.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / İnternet Üzerinden Tanışmalar
Hepimiz hayata farklı gözlerle bakıyoruz. Doğrularımız var. Fakat insan olduğumuz bilinci ve sorumluluğuyla bazı şeyleri çok önemsemek durumundayız.
Çünkü ufkumuzdaki sular berrak, temiz akmıyor.
Çünkü yolumuzda, mide bulantısına neden olabilecek maddeler çoğaldı.
Son zamanlarda giderek artan; istismar, kötüye kullanma sayılabilecek davranışlar ve gerçek dışı mesajlar nedeniyle üzülüyorum. Çünkü sayfa açan bazı kullanıcılar, samimi değiller, gerçek fotolarını kasten yüklemiyorlar. Yalana ve kışkırtmaya dayalı bir - iki arabesk sözle, kafalarında kurgusal, iddialı yaşam tarzları yaratıp, iltifat adı altında, basit söylemlerle gözüne kestirdikleri insanları incitiyorlar. Halk arasında dendiği gibi: Cılkı çıktı.
Yürüyen mutlu birlikteliğini nankörce yok sayıp, ekrandan bir başkasıyla tanışmak isteyen kişi, çekinmeden yalan ve yapmacık mesajlar gönderiyorsa, bunun davranış biliminde açıklaması: Doyumsuzluk, problemli kişilik, kompleksler, depresyon olabilir. Özel yaşamları yargılamıyorum ama sürekli gördüğüm, arkadaşlarımın da tanık oldukları şey. Bencillik ve dozunu aşan saygısızlık modası yayılıyor. Rol yapıldığı için, her şey beklenenden daha hızlıca tüketilmiş oluyor. Hep doğrular konuşulsa, yazılsa ne olur sanki ?
Bazı erkekler kendini gizleyerek, kadın rolündeler ve yine kendilerini çok farklıymış gibi göstererek, alanı işgal ediyorlar, yağmalıyorlar. Oysa yaşamları, sıradanın da sıradanı. Lezbiyen olduğu yalanını da ekleyenler var bilgilerine. Sanki bu bir erdemmiş gibi. Ne kazandıklarını merak ediyorum ? Her iki cinsle de tanışmak istediğini yazanlar, hayali arkadaş listesi hazırlayanlar, çok sayıda ilgilendiği ( aslında uzağından bile geçmediği ) şeylerin abartılı dökümünü yani bir yerden kopyalayıp yapıştırdığı saçmalıkları benim hobilerim diyenler, bayan isimleriyle Msn adresi alan erkekler, virüslü mail göndermekten haz alan sapıklar arttı. Nasılım ama, güzelim değil mi, sakın benden msn adresimi istemeyin diyen bayanlar. Kendi fotosu yerine, hep grafiklerle ya da alakasız resimlerle görünmek isteyenler …
Elbette bizler zekamızla, uzaktan kimin doğru kimin sahteci olduğuna kolayca karar veremeyiz ama ipuçları kendiliğinden dökülmekte. Tanrı Aşkına, en önemli bilgileri yazma zahmetine katlanmayan, başkalarının fotoğraflarını çalıp kullanan kişilerin, başkalarıyla diyalog kurmaya ne hakları olabilir ki ? İnsanlar bu şekilde mutlu oluyorlarsa, dilediklerini de ekrana yazabilirler diyemeyiz. Avrupa’nın özgür ülkelerinde bile insanlar birbirlerini incitmekten çekiniyorlar ( ileri derecedeki ruh hastaları hariç ). Ülkemizdeki laçkalık önemli boyutlara ulaştı.
Önceki yıl, sitenin birinde bir bayan, benim tanışma mesajımdan sonra: Canım bak şu ana kadar tam 2600 adet mesaj aldım. O mesajları bana enayi ve salak erkekler attılar. Zavallı yaratıklar, acınacak haldeler diye yanıt yazdı. Hanımefendi keyifliydi ve sevindirik durumunu başarı gibi aktarmaktaydı. Bilinçaltındaki öfke ve kini, feminist bir ambalaja sarıp erkeklerin kafasına fırlatmayı seviyordu. Sitede bulunma nedeni: Bir insan olarak diğer insanlarla güzellikleri paylaşmak değildi. Ağlarını atmış, sigarasını yakan balıkçılara benziyordu. Oysa asıl acınacak halde olan kendisiydi.
Başka bir durum ( daha acı örnek ) : herhangi bir bayanın yaşamında, dürüst - uyumlu bir erkek sevgili varken, yine de yedek liste oluşturma kaygısında. Karşı cinsi etkilemeye yönelik pozlarını yayınlıyor, dikkat toplamayı seviyor. Verebileceği bir şey olmasa bile, yaptığı reklam - gösteri ile çatlamış kişiliğini onarmaya çalışıyor. Güzelliğinin onaylanmasını bekliyor. Bir dilencinin elini açıp para beklediği gibi mesajlar bekliyor her gün. On Line olmak - hatta kalıp mesaj beklemek onun cephesinde günün önemli bir işi sanki.
Ahlakçı bakmıyorum. Vurgulamaya çalıştığım: Kişilerin fiziksel silahlarıyla, hem kendilerini, hem başkalarını kandırmaya çalışarak tatmin olmaları. Model ajanslarına başvurabilirler ( birikimleri, kültürleri yeterliyse ). Her insanın onuru - gururu var. Her insanın zamanı, duyguları değerli. Savaşlar ve cinayetlerden sonra yeryüzündeki en büyük saygısızlık şudur: Temiz bir insanı umutlandırıp, tıpkı hırsız gibi duygularını ve zamanını çalma girişimi. Bu eylemini: Sömürü olarak da tanımlayabiliriz.
Saygısızlıkta bulunanların değişmelerinin mümkün olmadığını biliyorum. Çünkü tarihte peygamberler dahi hastalıklı ruhlar karşısında pes etmişlerdir ama sadece izlemek, tepkisiz kalmak duyarlı insanların işi değildir. Yaşam, özgürlükle zorunluluğun bir karışımıdır diyor Alman felsefeci Goethe. Toplumda yaşadığımız sürece davranışlarımızdan sorumluyuz. Bu arada interneti soyutlayamayız.
Sanal diyalogların: Nezaket çizgilerinin dışına çıkılabilir gibi düşünülür olduğu ve resimlerin gelişigüzel kullanıldığı, kanalizasyon çukuru gibi komplekslerin boşaltıldığı bir yerde, kimileri, yani temiz düşünenler hep üzülecektir.
Aklıma geldi: Rahmetli edebiyat emekçimiz Can Yücel’e, zaman zaman küfürlü şiirler yazması nedeniyle katılmazdım. Tepkilerini daha ince aktarmasını beklerdim. Bu benim düşüncem. Sağlığında kendisine iletmiş değilim. İletsem dinlemezdi zaten. Kaç yaşından sonra.
Tanışmalarda: Emek harcamadan, duygu ortaya koymadan, gizlenerek seks yatırımı yapmaya çalışmak estetik değil. Hayvansal. Rüzgar böyle esiyor diye ben de etkili silahlardan yararlanarak yazmaya başlarsam; o zaman, kendim olmam. Neden başkası olayım ?
Silah kullanmak zaten korkak insanlara özgü bir seçim. Silah, ancak nefsi müdafaa için gerekli olabilir ( masum insana ya da vatan topraklarına saldırı ). Para da büyük bir silah ve hiç paslanmıyor. Fakat onunla; duygu, sevgi, karakter satın alınamıyor.
Pozitif, negatif, beynimizden yayılan bütün titreşimler atmosferi dolaşarak tekrar bize döner. Uzmanlarca kanıtlanmış kesin bir olaydır. Başkalarını aldatarak, inciterek keyif ve mutluluk sağlanamaz. Bu çabalar psikopatlığa giriyor.
Çevrenizde gerçekten birbirine aşık olan insanlara rastlıyor musunuz ? Ben söyleyeyim; o eskidendi, bitti. Günümüzde egolar, vahşi güdüler önde. Romantizm, romanlarda, filmlerde sıkışıp kaldı. Aşınma, yozlaşma katlanarak gidiyor.
Hobilerimizi, yeteneklerimizi paylaştığımız ölçüde anlamlı, güçlü ilişkiler kurabiliriz. Geyik muhabbeti denilen mantıkla, herkes birbirini kandırmaya devam eder, sürdürdüğü alışkanlığını normal kabul ederse: İletişimler tıkanır. Zaten günümüzde Msn adreslerinin kabarıklığı, kişilerin ihtiyaçlarına yanıt bulamadıklarının açık kanıtları. Mutlu insan, daldan dala atlayıp 100 tane adresle neden uğraşsın ?
Bugün güzel yaşıyor olmanın tadını çıkaralım. Arada bilgisayardan, televizyondan uzaklaşalım. Geceleri balkonda, elimizde çayla kendimizi gösterelim yukarıdaki yıldızlara. Kıskansınlar. Binlerce yıldır ışık saçıyorlar ama özgür değiller. Konuşamazlar, buluşamazlar. Buluşamayacaklar.
Biz insanız. Bu ne güzel bir şey: Düşünmek, hissetmek, gülümsemek, ilkelere göre yaşamak ve dostları mutlu etmek.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / İnsan Olmak
Ufkuma titizlikle dizdiğim: Yaşamımı nasıl sürdürüyorum. Neyin, ne kadar farkındayım gibi soruları seviyorum. Yorgunluğuma yenilip uyusam, kendimi akıntılara bırakarak yaşasam, yaşama en küçük bir anlam katamam.
J. J. Rousseau diyor ki: En çok yaşayan insan: En çok yıl geçirmiş olan değil, yaşamı en çok hissetmiş olandır. Yaşadığım coğrafya, dostlarım ve deneyimlerim önemli. Duygularım çok önemli. Fakat doğanın güçlü pençelerinin, benden büyük parçalar koparıp, yüreğime kaya tuzu dökmesini nasıl önleyebilirim ? Mümkün değil. Bildiğim çemberin çevresinde bekleyen yüksek duvarları aşmak kolay değil.
İşte yaşamın sıcak çemberlerinde büyük savaşlara giren özel kişiliklerin, her biri üzerinde mutlaka düşünülmesi gereken sözleri. Okuduğumda titredim. Kaçamadım.
- Üstün insan kendinden verir. Sıradan insan başkalarından alır.
Konfüçyüs
- Tuttuğun her şeyden ziyade, yüreğini koru. Çünkü hayatın kaynakları ondandır.
Hazreti Süleyman
- Hayat geriye doğru anlaşılabilir. Fakat ileriye doğru yaşanmalıdır.
Soren Kierkekaard
- Bir savaşçı; yalnızca bir insandır, alçak gönüllü bir insan.
- Sözcüklerin kusuru; kendimizi her zaman aydınlanmış hissetmemizi sağlamalarındadır, oysa dönüp dünyayla yüzleşmeye kalkıştığımızda bizi daima ortada bırakırlar ve her zaman olduğu gibi; dünyayla, aydınlanmadan yoksun olarak yüzleşmek zorunda kalırız.
- Öğrenmek için yola çıkan insanın işi çok zordur; üstelik öğrenebileceği şeyler kendi yaratılışıyla sınırlıdır. Bu yüzden, bilgiden söz edip durmanın hiç anlamı yoktur. Bilgiden korkmaksa doğaldır, hepimiz yaşarız bunu ve yapabileceğimiz bir şey yoktur. Öğrenmek ne denli korkunç olursa olsun, bilgisiz bir insan kadar korkunç olamaz.
- Sıradan bir insan; insanları sevmek ve onlar tarafından sevilmek ile çok fazla ilgilidir. Bir savaşçı ise; sever, hepsi bu. Neyi ve kimi isterse onu sever.
Don Juan
- Yaşam yolunun sırlarını kimse açıklayamaz. Her yolcunun tökezlemesi gereken taşlar vardır.
- Her insan kendi boyunduruğunu taşır.
Goethe
- Her zaman yaptığın şeyleri yapmaya devam ettiğin sürece,
her zaman elde ettiğin şeyleri elde edersin.
H. J. Brown
- Yanlış trene binmişseniz, koridorda ters yöne yürümenizin yararı yoktur.
Dietrich Bonhoeffer
- Akıl, yeryüzünden tamamen yok olsa bile, hiç kimse cahilim demez.
- Arslan mağarasında can verir, köpeğin ağzından artanı asla yemez.
- Kuş bakışı bakmak güzeldir; fakat kuş gibi bakmamak şartıyla.
Şeyh Sadi
- Gerçeği her zaman her yerde savun.
Anlayan olmasa bile vicdanına karşı hesap vermekten kurtulursun.
Herbert George Wells
- Halk büyük yalan söylemediği için: Devletin söylediği büyük yalanları doğru zanneder.
Adolf Hitler
- Doğada insan kadar kötü, vahşi ve zalim bir başka yaratık yoktur.
- Toplumda doğru ya da aptalca, kötü bir işin yapılıp yapılmaması sistemden değil, bireylerin durumundan kaynaklanır.
- Trajediler asla önlenemez, çünkü bunlar gerçek felaketler değildir, karşıt dünyaların birbirine toslamalarıdır.
- Yazarın Görevi: izlenecek yolları göstermek değil, o yolların izlenmesine özlem duyulmasını sağlamaktır.
- Birbirlerine ne kadar yakın bulunurlarsa bulunsunlar, insanlar arasında yine de her zaman bir uçurum ağzını açmış bekler, bu uçurumun iki yakasını geçici köprüyle de olsa, yalnızca sevgi bağlayabilir.
- İnsanlar güven ve sevgiyle ödemede bulunmak yerine, bunu para ve mülkle yapmayı tercih ederler.
- İyi insanlar, güven içinde yaşayan, yaşama inanan ve yarın ya da öbür gün onaylamayacakları hiçbir adımı atmayan insanlardır ki, duygularıyla davranışlarının kapsam ve sonuçlarını açık net kestirebilirler.
Hermann Hesse
- İnsan, Evrenin en güzel nesnesi olduğu için ; dışarıda aradığı güzelliğin örneğini kendi içinde bulması gerekir. Bu itibarla insan ancak kendisine benzeyeni ve olabildiği kadar kendisine yaklaşanı sever. Sevmeye başlayınca eskisinden bambaşka bir insan olduğunu anlar.
Pascal
- Her şey insanın kafasında biter.
Arnold Palmer
- İnsan; hayatında bir an gelir, kapı ve pencereler kapalıysa, duvarı delip geçmek zorunda kalır.
Bernard Malamud
- İnsanlar yalnızca görmeye hazır oldukları şeyleri görürler.
R . Waldo Emerson
- Söz söylemeyi öğrenmek, kılıç kullanmayı öğrenmekten daha zordur.
Ahmet İbşihi
TYRANNOS Edebi Ürünler
-
KULE GÜNLÜĞÜ / İç Mimari
Mutluluk; her insanın farklı algıladığı, farklı yorumladığı bir kavram.
Kimi insan; zenginliğiyle, elde ettikleriyle, hayalleriyle, boş hevesleriyle, yedikleri - içtikleriyle, ilişkileriyle mutlu sayıyor kendini.
Kimi insan; üretmeden yaşaması, sessizlikte rahatça uyuması, sık sık kahkahalarla gülmesi, yoğun cinsel paylaşımları nedeniyle mutlu olduğuna inanıyor.
Kimi ince ruhlu insanlar için mutluluk: Ahlaklı olmak, sağlıklı olmak, deniz kıyısında dolaşıp temiz havayı solumak, güneşin doğuşunu - batışını izlemek, Tanrı’ya ibadet etmek, masum - saf düşünceler taşımak, karşılıksız sevmek, elinden geldiğince iyilikte bulunmak, yakın çevresini mutlu etmek, doğru bilgilere ulaşmak, yüce duyguları yaşatmak biçimlerinde düşünülüyor.
Felsefeci Feuerbach diyor ki: İnsanlar arasındaki bütün sorunlar aşkın gücüyle çözülebilir. Aşkı kutsallaştırmak gerekir. İnsan, yalnız aşkta ve duyguda mutlak değere sahiptir. Varoluşun başka belgesi yoktur.
Her insan; ufkunu yaratıyor ve yolunu seçiyor. Hayatı dolu yaşamak denilen durum ise; ancak duyarlı ve farkında olan insan için geçerli. Paranın kışkırtmasıyla, yıldırım hızıyla gelip insanın dünyasına yerleşen tüketim maddeleri ve mantar gibi çoğalan iyi gün dostlarıyla, seyahat etmekle, maceradan maceraya koşmakla, barlarda sabahlara kadar eğlenmekle, dolu yaşama olayını karıştırmamak gerekiyor. Bilerek ya da bilmeyerek karıştırılıyor. Belki hoşumuza gidiyor. Pardon bazı insanların hoşuna gidiyor. Diğer yandan entelektüel bir çizgi izleyip; çok görmek, çok okumak, çok bilmek elbette varlığımıza bir şeyler katar ama önemli olan; yüreğimizle nasıl baktığımız ve bulunduğumuz noktada nasıl yaşadığımız.
Duyarlı bir insan; arabası, villası, yatı, teknoloji araçlarıyla bütünleşmez. Bunların, günü geldiğinde terk edilecek, silinip gidecek şeyler olduğunu bilir. Kendi kişiliğini oluşturan asıl şeylerin, dışında sıralanmış maddeler değil, dünyasına özgü nitelikler olduğunu bilerek yaşar. İnançları, vicdanı, temiz duyguları hep öndedir. Olayların çıkışındaki, bütün iç ve dış nedenleri düşünür. Yeni bilgilere, yeni görüşlere açıktır. Yozlaştırıcı etkilere direnir. Geçen zamanın farkındadır. Benimsediği, katıldığı değerlerin yanında, kendi yarattığı değerler, mekanlar vardır.
Çok önemli başka bir konu: İnsanın düşündüğü, hissettiği her şey, sinir hücrelerinin elektrik ağından diğer hücrelere yayılıyor. Hücreler bütün düşüncelere, duygulara yanıt veriyorlar. Örneğin, endişe anında vücutta baş dönmesi ya da bulantı başlıyor, mutlu anlarda endorfin salgılanıyor, depresif dönemlerde laktik asit üretiliyor. Güzel düşünmek ve mevcut düşüncelerimizi olgunlaştırmak zorundayız.
__________________
Tarih, ilgilenenler açısından mükemmel bir alan. Büyük savaşlara giren, büyük değişimlere imzasını atan ünlülerin yaşamlarında; dikkate değer, yadırganacak davranışları da saptayabiliyoruz. Örneğin Büyük İskender, ordusuyla Ortaasya dönüşünde Babil’e geliyor ve çıktığı yüksek bir tepeden kente bakıp ( o tarihteki görünümü, günümüz Paris’i gibi büyüleyiciymiş ) yanındaki komutanlara hitaben: Burada bulduğumuz altınları üç kuşak hiç çalışmasak yine de tüketemeyiz diyor. Bu beklenmedik, basit ifadeye oradaki yaşlı bir adam müdahale ederek, - Çok yanlış düşünüyorsunuz diyor. İskender’i uyarıyor. Çünkü yeni devletin, çalışma ve sevgi temeline dayandırılarak kurulması gerekiyor. Emeksiz kazanılan maddi servet çok kısa sürede tükenebilir. Köle olunur.
Alman düşünür, Marksizmin kurucusu Karl Marx (1818 - 1883 ) derin düşünceleriyle, odasında fikirler üretiyor. Amacı: Ekonomik sorunların çözümü, insanlığın mutluluğu. Fakat aile içinde, babasına karşı hırçın, saygısız yaklaşımları nedeniyle kırıcı oluyor. Babası üzülüyor ve bir doktor dostuna anlatıyor, ne yapması gerektiğini soruyor. Doktor, her şeye rağmen hoşgörü ve sabır göstermesini öneriyor.
Bu tür şeyleri öğrendiğimde çok etkileniyorum. Işık içinde uyusunlar. Yaşıyor olsalardı, isimlerine ters düşen şeyleri nasıl yapabildiklerini mümkünse açıklamalarını isterdim. Bilmiyorum zaaflarına ya da komplekslerine dair hassas, özel detayları bana samimiyetle anlatırlar mıydı? Yüzlerinde, kendi geçmişlerini yumuşakça kucaklayan acı tebessümleri izleyebilirdim herhalde.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / İlke ve Sorumluluk
Ünlü yazar Dostoyevski diyor ki: İnsan, her şeye alışan varlıktır. F. le Dantec ise anlatımlarında: İnsan, özgürlük düşleri gören bir kukladır diyor. Afşar Timuçin’in eserlerinde kısaca insan: 1) Yeryüzünün en gelişmiş hayvan türü, toplumsal düzende yaşayan bir memeli. 2) Gelişmiş bir dil ve düşünce dizgisine sahip canlı olarak ifade ediliyor.
İnsan, yaşamın karmaşık görünümlerini izlerken, dürtülerinin etkisiyle, isteklerini gerçekleştirmek uğruna değişik konumlara giriyor. Sadece egolar için yaşamak doğaya yapılan büyük saygısızlık. İnsanın kendi varlığını anlamasına engel olacağı gerekçesiyle bütün kutsal kitaplarda ve öğretilerde; şehvet ve gurur gibi tehlikeli duygulara bazı sınırlar getiriliyor. Bu sınırlar; temelde insana yakışan erdemlerin sarsılmaması gerektiği fikrini anımsatan uyarılar. Çünkü ahlak eksikliği kişinin felaketini hazırlar. Sorumluluklarımızın farkına vararak bir şeyler yapmamız elbette güzel. Yaptıklarımız toplumdaki diğer insanlar tarafından anlaşılmayabilir ve çok istediğimiz bazı şeyleri elde edemeyebiliriz ya da hiç istemediğimiz şeylerle karşılaşabiliriz.
Olgun insan; yaşadığı dünyayı doğru algılar, tepkilerini saldırmadan ortaya koyar ve girdiği bütün mekanları estetik amaçları doğrultusunda kullanır. Bu eylemlerini aklıyla, vicdanıyla gerçekleştirir.
Bilimin ilerlemesiyle, organizmamızın; yalnızca moleküllerden oluşan fiziksel bir yapı olmadığı, kimyasal ve manyetik enerji alanlarından oluştuğu artık biliniyor. Vücudumuzdaki enerjiyi zayıflatan, tüketen en önemli nedenlerden biri, duygusal tablolar. Çünkü karşılaştığımız her olayda, bilgilerimizden önce duygularımız devreye giriyor ve maalesef bizi yönlendiriyor. Yaratıcı ya da tüketici duygular altında kalan insan zaman içinde gelişebiliyor ya da hasta olabiliyor.
Duyguların gücünü yükseltmek, yaşam biçimi olabilir. Resim, heykel, müzik, edebiyat gibi güzel sanatlarla uğraşmak, duyguların daha keskin ve sıcak yol alması demektir. Böylece enerji alanları genişliyor. En kötü koşullar altında, bir hücrede tutukluyken, elinde bir malzeme yokken, ruhunun kasırgalarını ve özgün saptamalarını, kanıyla, dışkısıyla duvarlara yansıtan sanatçılar çıkmış tarihte.
21. yüzyılın mükemmel teknoloji araçları ve konforuyla buluşan insan, başkalarından almayı daha çok tercih eder oldu. Fakat bu tembelliğinin, bu kolay yollardan elde etme yönteminin, iradesini zayıflatacak kadar riskli olabileceğini hesaba katmadan.
Televizyon akşam önümüze bir haber getiriyor. Getirme değil, dayatma. Görüntülere kasıtlı olarak eklenen müzikle tansiyonumuz değişiyor. Hemen anında refleks gösteriyor, sağlıksız yorumlarda bulunuyoruz. Gösterilen şey, görmemiz gereken şeyleri kapatıyor. Oysa o haber: Bilmediğimiz gizli bir güç merkezinin, bilmediğimiz başka noktalara gönderdiği özel bir mesaj. Gizli yürütülen bir projenin, parçasının parçasının parçası. Programlarda öne çıkarılan, hedef gösterilen isimler; saniyesinde nefretimizi kazanan figüranlara dönüşüyor. Yönetmen, senarist bilinmiyor, çünkü ortada yoklar. Papa, Ladin, Saddam, Öcalan, Ağca muhatap alınıyor yanlışlıkla. Sanki bu oyuncuları doğuran ve halen kullanan emperyalist İngiltere’nin, Amerika’nın sonsuza kadar geçerli dokunulmazlık belgeleri var. Egemen ve zengin olmaları, bütün çirkin davranışlarının diğer ülkelerce görmezlikten gelinmesini zorunlu kılıyor. Onları yargılayacak bir üst makam yok.
Sorumsuzluğumuza dair, günlük yaşamdan başka bir örnek: Sanal yazışmalarda dilimize açık düşmanlık yapılıyor. Bilgisayar ekranında sözcükler düzgün yazılmayarak, kesilip biçilerek, katledilerek sürdürülüyor iletişim: Slm, nbr, ok, okı, çk tsk edrm, kib, by gibi.
Bir akşam, günün sunduğu oyalamacalardan kendimizi soyutlayarak, duygu - düşünce dünyamızı da kontrol ederek, uzak kentlerde, yabancı ülkelerde yaşayan o güzel dostlarımıza mektuplar yazmıyoruz artık. Yazamıyoruz. Savunmalar üretiyoruz yazamadığımız için. Canım telefon var şimdi, ne gereği var filan. Dolmakalemle romantik mektuplar zaten yazılmıyor. En yüce duygu olan aşk; geri itiliyor, baygın ve boynu bükük kimsesiz çocuklar gibi. Telefon görüşmeleri duygusal açıdan verimsiz ve edebi ağırlığı hiç yok. Yüreğimiz atıyor, parmaklarımız sağlam, çok güzel masalar da var yazmak için.
Zihnimizi hep temiz, hep dinamik tutmak elimizde. Yıpratıcı, acı veren durumların bizi ne kadar olgunlaştırdığını fark etmek bizim elimizde. Çizgimizi bilmek, duygularımızı eğitmek ciddi bir iş. Çaba istiyor ki, diğer işlerimizin arasına sıkıştırmakla olmaz. Bu görevi gerçekten benimseyen insan, bunu yaşamında birinci sıraya koymaya çalışacaktır. Çünkü yaşam önemsiz şeylere harcanamayacak kadar kısa. Kısa olduğu gerçeğini kabul edeceğiz sonunda.
Rahmetli, felçli babacığımın elini sıkı tutuyordum. Biliyordum günün birinde mutlaka ayrılacağız ve bu ayrılık ikimizi çok incitecek. Mutlu olacağı şeyleri, elimden geldiğince yerine getirmek için çırpınıyordum. Çünkü dünyaya gelmem onun sayesinde gerçekleşti. Çünkü saygımı, sevgimi sunmakla her şey bitmiyor. Üzerimdeki haklarını geri ödeyip kurtulmam kolay değil. Vicdan taşıyorsam içimde, o duygumla işbirliği yapmamdan daha anlamlı ve keyifli ne olabilirdi ki ?
Babamın zamanı doldu, bir kuş gibi uçup gitti ama sıcaklığı hiç kaybolmadı.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Korkunç Kuşatma
Dünya, bencilliğin ve duygusuzluğun altın çağını yaşıyor. Saygı eksikliği, geçmiş yıllara göre daha yoğun hissediliyor. Varlığımıza, büyüklerimize, geçmişimize, geleceğimize saygısızlık gibi bağışlanamaz davranışların içindeyiz. Kabalığın, nankörlüğün gölgesinde yürüyoruz. Kabuklar, ön yargılar ve eğitimsizliğin de etkisiyle, insanı bağlayan en önemli konular, gözlerdeki bakışlar buluşmadan konuşuluyor ve böylelikle geçen diyaloglar yapmacık oluyor. Ayrıca, her yerde, gelişigüzel, tekrarcı papağanların sarfettiği gibi: Aşkım, Canım benim, Seni seviyorum demekle, kişiden kişiye sevgi enerjisi iletilmiş olmuyor maalesef. Dolayısıyla samimi olmayan davranışlar uyum getirmiyor. Davranışların samimi olması; sevgi enerjisinin kapasitesine uygun biçimde ortaya dökülmesine bağlı. Bunun pratikte gerçekleşmesi için, fedakarlık denilen duygunun mutlaka yüksek seviyelerde bulunması gerekiyor.
Duyguların ölçülmesi kolay değil. Bir insanın, başka bir insanı ne kadar sevdiğini ya da sevdiği bir insanı kaybettiğinde ne kadar acı duyduğunu belirlemek kolay değil. Yüzlerdeki maskelerin, ne zaman, nasıl kırılacağını bilemiyoruz.
Bilinçli her insanın; acıya direnme, mutlu olma potansiyeli var. İçindeki bu potansiyele rağmen, dışında gelişip ufkunu saran sorunlar nedeniyle, yaşamının bir döneminde, yolculuk yaptığı geminin, umutsuzluk denizlerinin hırçın fırtınalarında parçalanmasıyla, ıssız bir adada Robinson Crusoe olabilir. Robinson; yalnızlığı ve depresyonu nedeniyle, sürüklendiği sevimsiz adayı çok çekici bulabilir.
Mutluluk için maddi olanaklarına güvenen kişi, ruhunu oyalamış, aldatmış oluyor. Birçok zengin insanın, zaman içinde kendini soyutlanmış ve amaçsız görmeye başlaması düşündürücü. Ebeveynler yüreklerindeki sevgilerini kanıtlamak adına, çocuklarını paraya, paranın satın alabildiği şeylere boğduklarında, aslında onların gelecekleri için küçük küçük mutsuzluk tohumları ekiliyor.
Arşivlerden 1960’lı yılların gazetelerini bulup incelediğimizde; dünyanın en zengin adamının Yunanlı Onassis olduğunu öğrenebiliriz. Uluslar arası taşımacılık alanındaki şirketlerin sahibi olan bu kişi; yaşamdan keyif alamadığını içtenlikle itiraf ediyor. Çünkü çok sevdiği oğlu, kendisine armağan edilen özel uçakla kaza yapıp genç yaşta yaşamını yitiriyor. İşte bu derin acı, işadamının dengesini alt üst ediyor. Ağlamaktan gözleri deforme oluyor.
En basit örnek: Yeryüzündeki her bitkinin sağlıklı büyüyüp meyve verebilmesi için; uygun toprağa, yeterli suya ve uygun iklime gereksinimi var. Benzer biçimde, insanın dinamiğini, mutluluğunu önemli ölçüde etkileyen koşullar: Fizik ve ruh sağlığı, saygın bir meslek, beslenme, barınma mekanları, üretim, gerçek dost, gerçek sevgilidir. Bu saydığımız koşulların mutluluğa katkısı asla tartışılamaz. Büyük olasılıkla, arka planda daha anlamlı, daha kutsal etkenler var. O etkenlerle buluşmak istediğimizde, felsefecilerin görüşlerinden yararlanabiliriz.
Bazı düşünürler, doğada gerçek ve kalıcı mutluluk olmadığını, olumlu bir mutluluk sağlanamayacağını iddia etmişlerdir. Acıları hafifletmeye yarayan olumsuz mutlulukları değişik açılardan sorgulayıp yorumlamışlardır. ( Arthur Schopenhauer )
Bugün biz onların özel bakış açılarına katılmak zorunda değiliz. Fakat hepimizin, iyimserlikle, huzur ve mutluluğu yanlış zeminlerde aradığımız dönemler olmuştur. Yanlış zeminlerdeki yanlış enerjiler, bizim enerjimizi tüketmiştir.
Kategorisindeki ilginç bir tip, mutsuzluğuyla mutlu olduğu izlenimini veriyor. Dünyasındaki pencereleri sıkıca kapatıyor. Dışarıdan zayıf bir ışık geldiğinde, hafif bir ses duyduğunda dengesi bozuluyor. Kendisine uzanan sıcak ele kuşkuyla bakıyor. Eleştirilmeyi zaten istemiyor. Tüm güçlüklere rağmen, bunalımdaki o insana ulaşmayı denemeli ve mümkünse enerji gereksinimini karşılama inceliğini göstermeliyiz. Çöküş yaşayanların acılarına elimizden geldiğince ortak olmalıyız. Birbirimize muhtacız. Evrendeki her şey, başka şeylere muhtaçtır. İnsan olduğumuza inanıyorsak; dostluğun, yoldaşlığın hakkını vermeliyiz.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Yolu Bilmek
Bugünkü mutsuzluğumuzun nedenleri üzerinde çok durmak zorundayız. Albert Camus isimli felsefeci: İnsanın tek başına mutlu olması utanç vericidir diyor. Çok doğru. Hepimizin yüzü gülmelidir.
Kritik zamanlar yaşıyoruz. Politikacılar samimi değiller. Dış dayatmalar, yaptırımlar karşısında gücümüzü toplayamıyoruz. Yoksulluğumuzu yenemiyoruz. Gençlerimizin psikolojileri iyi değil.
Güvenilir kaynaklardan ( bilge kişiler ya da kitaplar ) sağladığımız doğru bilgileri, yeri - zamanı geldiğinde kullanmamız gerekiyor.
Kuşkusuz bir insan, bilmediği için yapmadığı ya da bilmeyerek yaptığı davranışlarından dolayı sorumlu tutulamaz.
İnsan, kendinden daha güçlü bir irade ve zihniyetin tehditleriyle ya da vaatleriyle ortaya koyduğu davranışlardan dolayı da sorumlu değildir. Çünkü insan kendi bildiğine göre değil, o üstün gücün iradesine göre davranmıştır. Bu durumda hesap sorulması gereken taraf, insan değil, insan üzerinde hegemonya kurarak, kendine özgü yöntemlerle yönlendiren baskıcı iradedir. İnsanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için, bilerek davranmış olması gerekir.
Gezegenimizi yönetme sorumluluğunu eline almış güçler ve onların çok etkili kolları bulunmakta. Asıl kınanması, yargılanması, tutsak edilmesi gerekenler onlardır. Yani doğaya müdahale ve hakaret eden, zengin, aynı zamanda zayıfları ezerek, sömürerek yaşayan ülkeler.
Çağın akışına uyacağız derken, büyük zincirin halkalarından biri olduk. Üretici değil tüketiciyiz. Kişiliğimizi yıprattık. Önümüzde ışık olacağını sandığımız şeyler gözümüzün içine saplanıp yolumuzu görmemize engel oldular. Fakat ne olursa olsun hiç durmadan yürüyebilir, derin kuyudan berrak - tatlı suyu çıkarabiliriz. Bir taş atılmayı bekleyen durgun göllerde, yaşanacak ve yaratılacak şeyler var. Tembel olmaya hakkımız yok. Yoldan çıkıyoruz farkında olmadan.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Masadaki Ülke
İnsanın toplum içinde: kibirliliği, kendini beğenmişliği, bilgilerinin ve inancının daha doğru olduğunu sanarak büyüklük taslaması, aslında eksikliğini ve zayıflığını ortaya koyduğu bir alışkanlık. Bir insanın güçlü kaslarına, yakışıklılığına, bankadaki ya da cebindeki parasına, sosyal statüsüne güvenmesi de çok yanlış. Çünkü hiçbir ahlaki sistem bunları onaylamıyor. Ne yazık ki: Onursuz, sevgisiz, merhametsiz ve vicdansız yaşam biçimlerinden rahatsızlık duymayan insanlar var. Ruhları öyle rahat ediyor belki. Dünyada sömürgeci ülkelere baktığımızda: Resmi devlet politikaları, insandaki bu negatif özelliklere benzemekte. Kavgacı, sahteci, yangın çıkaran devlet olur mu ? Oluyor.
Yeterince anlaşıldı ki, bizi soykırımcı bir ulus olarak tüm dünyada etiketleyerek aşağılamak ve kırılmayan direncimizi kırmak istiyorlar. Bu amaçla, abartılan gerçek dışı iddialar önümüze konuyor. Sanık sandalyesine oturmamız gerektiği söyleniyor. Soykırım yalanı, geçmişte İngiltere tarafından psikolojik bir malzeme olarak üretilmiş ve halen kullanılmakta.
Son Osmanlı Sadrazamlarından Talat Paşa ( 1874 - 1921 ), 86 yıl önce Berlin’de, Tehlerian isimli bir Ermeni komitacı tarafından yolda sırtından kurşunlanarak öldürülmüş. Talat Paşa anılarını yazarken: Bir gün beni sokakta vuracaklar. Yatağımda ölmek nasip olmayacak. Ama zararı yok, varsın vursunlar. Vatan benim ölümümle bir şey kaybetmez demiş.
Bilindiği üzere: Ermeni teröristler, Lozan Konferansı sırasında İsmet İnönü’ye de bir saldırı düzenlemeyi düşünüyorlar. Bu amaçla İsviçre’ye, Taşnak ve Hınçak örgütlerine bağlı suikastçıları gönderiyorlar. Fakat Türk istihbaratı, zamanında tehlikeyi fark edip tedbir alıyor.
Lozan’da güvenlik müdürü İnönü’ye: Paşa Hazretleri. Ermenilerin burada size bir saldırıda bulunacaklarını haber aldık. Sizi korumak görevimiz ama sizden bir ricamız olacak. Tedbir olarak konferans binasına gidip gelirken otomobilinizden Türk bayrağının kaldırılmasını istiyoruz diyor.
İsmet İnönü, bu öneriye karşı sert yanıtında diyor ki: Ben burada bir Türk delegesi olarak o bayrağı kesinlikle kaldırmam. Saldırıya kurban gidebilirim. Fakat benim ardımdan bir delege daha gelir. Türk bayrağı otomobilden hiç bir zaman, hiç bir şekilde, bin Türk kurban edilse bile yine kaldırılamaz. Yerinde durur.
Bugün orta yaş grubu, o acılı günlerimizi anımsayabilir. 70’li yıllarda Ermeniler, yurt dışında ülkemizi temsil eden Türk diplomatlarına musallat olmuşlardı. Dile kolay, yaklaşık 10 yıl boyunca 40’ın üzerinde diplomatımızı ve ailelerini acımasızca katlettiler. 1983 yılında Türk Hava Yolları Paris bürosuna düzenlenen bombalı saldırıda: 8 kişi öldü, 60 kişi yaralandı ( yüreklerinde kin taşıdıklarını kanıtladılar ).
1992 yılında: Ermeni askeri güçleri Karabağ / Hocalı’da tam 1.300 Azeri’yi öldürdü. Çok sayıda insan yaralandı, mağdur oldu. Ermeni işgali nedeniyle, Dağlık Karabağ denilen bu bölgeden 40 bin, diğer komşu 7 ilden 700 bin kişi yaşadıkları toprakları terk etti. Böylece Ermenistan, Azerbaycan topraklarının beşte birine keyfi biçimde el koymuş oldu.
Bu uygulamalar karşısında Türkiye Cumhuriyeti sessiz kalmadı, sınır kapılarını ve hava sahasını kapattı.
Ermenistan ile aramızdaki sınır, 1920 Gümrü ve 1921 Kars Antlaşmalarıyla kesin belirlenmiş olmasına rağmen, zaman zaman ortaya çıkan çatlak seslere göre: Doğu Anadolu toprakları onlara ait ve Ağrı Dağı onların kutsal bir mekanı.
Dışarıda tezgahlanan kuşatma ve yıkım planlarının, küresel kapitalistlerin ulus devletleri ortadan kaldırmak istediklerinin farkında mıyız ? Değiliz.
Avrupa Birliği Projesi, ulus devletlerin yıkımının ardından tek bir devlet oluşturma amacını taşıyor. Yine Avrupa basınından arada sızan küçük haberlere göre: Avrupa halkı, tehlikenin ne olduğunu, son 7 yıl içinde öğrenmiş bulunmakta. Bu nedenle başta İngiltere olmak üzere üye devletlerin çoğunda tepkiler, direnişler başladı. Yurtseverler öfkeli fakat kendi çelişkilerini hissettirmemeye çalışıyorlar. AB mimarlarının, asıl hedeflerini, 50 yıla yakın Avrupa halkından gizlemeyi nasıl başardıkları konusu tartışılıyor ama bizim medyada bu tür haberler yok. Neden yok ? Türkiye’de medya neyi savunuyor, medya kimi temsil ediyor ..?
Avrupa Birliğinin üyesi olmak demek, Kurtuluş Savaşıyla elde ettiğimiz ulusal egemenliğimizin batılılara teslim edilmesi demek. Olay bu kadar net bir şey.
Üye olduktan sonra yaşayacağımız şeyler ( özetle ):
1) Egemenliğini sürdüren Türkiye Cumhuriyeti Devleti ortadan kalkacak.
2) Ulus olmaktan çıkıp bu birliğin içinde sadece bir halk topluluğu olacağız.
3) Mevcut anayasamız, AB anayasası altında ya da arkasında kalacak.
4) Yasama, Yürütme ve Yargı yetkileri AB’ye devredilecek.
5) Türk halkını yönetecek yasalar artık Meclisimiz tarafından değil, Avrupa Parlamentosu tarafından çıkarılacak.
6) İşçilerimizin, memurlarımızın ve emeklilerimizin ne kadar aylık alacakları Brüksel’de belirlenecek.
7) Hangi ülkelerle dost, hangi ülkelerle düşman olmamız gerektiği uyarısını alacağız.
( zaten başlatılan propagandalarla: İran’a düşman ülke, Rusya’ya potansiyel tehlike gözüyle bakılması bir parça olsun sağlandı ).
8) Yer altı - yer üstü zenginliklerimiz, fabrikalarımız ve işletmelerimiz, bankalarımız, topraklarımız ve su kaynaklarımız üzerindeki mülkiyet haklarımız askıya alınıp ortak kullanım başlayacak.
9) Günümüzde yavaş hareket eden Hıristiyan misyonerliği serbest kalacak ve hızını arttıracak.
10) İstanbul’da Ortodoks Din Devleti, Güneydoğu’da dış destekli ve güdümlü Kürt Devleti kurulması için çalışmalar başlatılacak.
11) Avrupa Birliğini ve Masonları eleştirmek suç olacak ( cezaevine girebilirim ).
Bütün bunlar köleliğin ve uşaklığın başlangıcı anlamına geliyor. Başka açıklaması olamaz.
İki şey sorgulanmalı duyarlı insanlarca.
1) Biz, kendi ayaklarımız üstünde yaşayabilecek güce sahip miyiz, değil miyiz ?
2) Biz, başkalarının boyunduruğu altına girecek kadar dengesiz miyiz ?
Temel ilkemiz: Onurlu ve tam bağımsız yaşamak olduğuna göre bu oyunlardan kendimizi acilen çekmek zorundayız. Geç kalıyoruz. Çünkü emperyalizm küreselleştiğini açıkça belirtti ve yeryüzünde bütün geri kalmış, yoksul ülkeleri köşeye sıkıştırıp iradelerini yok etmeye çalışıyor.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Arşivden Seçmeler
BİZ YÜCELİĞİ
Tapınaklardan gülümseyerek
şiirler yazmamı bekliyorsun
yazamıyorum
dokunamıyorum gölgelerine
ağırlığına dayanamıyorum
sen
yeryüzü meleği
hangi kalemle
hangi dizeyle
hangi duyguyla çözebilirim ruhundaki sıcaklığı ?
içimde susmayan fırtına
gecelerimde son çağ felsefesi
dudaklarımda gizlenmiş çiçek
varlığının tanımı bunlar
yani sen
seni seviyorum
bugün, yarın
daha sonra
her şeyin sonundan sonra .
HEYECAN DENİZİ
Sevgilim
yeni dönem, yeni sayfa değilsin
sanma hiç
doğduğunu ya da aktığını
içimdesin
sonsuzca yükselmeye yazgılı bir tanrı gibi
sevecenliğin güneşlere korku
ölçüsüz yorgunluğumla koşuyorum
yollar uzayacak
sevmek yetmeyecek
biliyorum
uyku beyazı gecelerde
bitiremediğim mektuplar
aşk gezegenimizde sololar
bakışların
zaman fenerlerinin zenginliğinde
ne olur
kolların hep açık kalsın
bu denizde dağılsın saçların
seni sana sunuyorum
kabul et
soluk soluğa bir kovalamaca
korkudan kabaran bulutlar arasında
yaşadık
yaşıyoruz
bağırarak, çoğalarak .
UZAKTAKİ KESKİNLİK
Kasırga mevsiminde bir bağ
çelik halatlardan daha sağlam
güzelliğin artmıştır umarım
umarım
gövdenin her milimetre karesinde
ruhumun ağır renklerini görüyorsundur sıkılmadan
umarım
güneşin batmadığı yollardan yürüyorsundur
başını omzuma yaslayarak
umarım
dudakların daha parlak ve ıslaktır düne göre
sadece iki sözcük
en etkili ilaçtan daha etkili
yağmur sonrasının sıcaklığında
her mektubun
ayrı belgesel ama
kurtarmıyor boğazlayan kızıl gecelerin elinden
yazma
yüzüme söyle beni sevdiğini .
ÇATIŞMA
Gecenin yağmuru sarhoş
bütün melodileri duyarak dinliyorum
aklımdan geçenlerse oldukça açık
yürüyemediğim kumsallarda
düşlerime demirleyen varlığın ruhuna dokunabilmek
güneşin uzun köklerinin
bu zavallı gezegeni
günün birinde konuşturabileceğini sanıyorum
kaygan zeminlerde
ışıkları zayıflıyor
üzerine titrediğim kitapların
aptalca alışkanlıkları zaten
sınır ötelerini hafife almak
durup dururken heyecan
durup dururken ateşe çağrı
hissetmenin karşılığı
buruk bir tebessüm
iki damla gözyaşı her şey .
Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
Şiirlerin izinsiz kopyalanması - çoğaltılması
suç kapsamına girer.
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Arşivden Seçmeler
AĞIRLIK ALTINDA
Dalga dalga gülümsemelerin
öyle derin kök salmış ki gecelerime
seçeneğim yok
olmayacak
gözlerinle buluşuyorum
güneşe kayan yıldız gibi
açık sularda öpüşüyoruz
her yerde sabah çizimleri
her şeyde pembemsi orman gücü
içkiler sıcak
kadehler bütünüyle sonbahar vurgunu
zayıf kanatlarım kanayabilir
hiç aldırmıyorum .
DAHA DA ÖTESİ
Çatılarda buluşuyorduk
itici gösterilerden kaçarcasına
bir boyut vardı yaşayabildiğimiz
gerçek yollar
gerçek özgürlük
ışığın
belirgin ve kutsal yumuşaklığı
tek çizgiydik
melekler korosundan farklı
etkin yıldızlar başımızda
koyu kırmızı
ne kadar da yarı tanrıydık
dışımızda çoğalırken içimizdekiler
yüreklerimiz gönderiyordu yalnızca
bilinen zamanlara aşk ayinlerini
gözler sarhoş
görünenler alev sütunları
olağan dışı mutluluk
doyumsuz tatlılıktı
şeytansız evrenlerde
kurtuluşunu kutlamak gençliğimizin
siyah düşündü
yığıldı sindiremediklerini düşünürken
her sabah
deniz diplerine akıttı zehirlerini
çırpındı
çerçeveleri değiştirdi inatçı tufanlarda
başaramadı
son diye bir şeyimiz yok
sıcak rüzgarların mimarıyız
daha çok sevmek
daha çok yaşatmak için .
BENİM KAVGAM
Kent değirmenlerinde çırpınış
kimi zaman adadayım
kimi zaman gemide
dile kolay
kalem az tökezlemedi yazarken
kağıtların da canı çıktı
bir sigara yakıyorum
duman bile yorgun
ağır ağır çıkıyor
yükselmeyi unuttu belki de
eşyalar ne kadar bitkin
anıları taşımaktan
dün
sınır bölgesinde kuşatılmıştın
süzülerek geldim
dirileceğin kıyılara taşıdım seni
en sıcak güneşleri doldurdum kucağına
anlamadın
kabuklar sertleşirken
günlük işlerin vardı
otu, samanı yedirseler
haberin olmazdı
ardında bıraktığın
mum ışığında bir mağara mutsuzluğu
karıncaların tanıklığında
geçmiş geçmedi .
SORGULAMA
Hava berraklığında
sana doğru bakıyordum
çok geçmedi
yaklaştın
büyüdün yumuşak bir bulut gibi
ses perdelerinden girdim
ışık perdelerinde durdum
gölgen saf şiirdi
panzehirdi kokuların
demet demet heyecan
tanımsız tadı yangınların
birbirimizi çözmeye çalışıyorduk
parmaklar çıplak
kollar ateş dilimi
yükseliyorduk
derin anlamlar siniyordu ruhlarımıza
her bakış ayrı bir yaşamdı
o kar damlacıklı gecelerde
her öpüş ayrı bir yolculuk
derken
güneş sarıda
gün kırmızıda kaldı
yolunda yoruldu her şey
ne anlamı kaldı bugün
kuru topraklarda umutla yürüdüğümüzün ?
nasıl bastıracağım
aynaların ayaklanma girişimlerini ?
beyaz yük gemilerini izlerken
oyalanma onur ödülü limanlarda
taş dağlarında kapatma gözlerini
aydınlat girdiğin her siyah geceyi
ruhuna dokunmasınlar samanyolu sömürgelerinde
ben senim
başında taşıdığın ince kitap
boyutsuz
çok sıcak
göreceksin
kıyametin başlangıcı olacak
çiçeğin çarmıha çivilenmesi .
Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
Şiirlerin izinsiz kopyalanması - çoğaltılması
suç kapsamına girer.
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Arşivden Seçmeler
BİLİNÇ KANAMASI
Geçen her saniye değerli
son güneş patlamalarını çözmeliyim
altlarından ne çok su aktı bu köprülerin
ne geceler yaşandı
varlığın merkezinde yokluğun silah sesleriyle
artan heyecan
ateş gölünde direnişi damlaların
üzülüyorum
hep sözcüleri çıkıyor yaşam zevkinin
varoluş adına çalışıp
coşkuyu sömürgeleştiriyorlar
son uykularım
yüreğimin müziği
yolumun rüzgarı
yaşamak zorundayım
yakınmadan .
ORMANDA
Tatlı bir yorgunluk
dalıp gidiyorum güneşin battığı saatlerde
her an nefes kesici
bıçak sırtı her şey
iki büyük masa hayal ediyorum
birinin üzerinde anılar
diğerinin üzerinde umutlar
bütün ilkel duyguları yakalayıp
eğitilebilir hayvanlar gibi
toplama kampına götürme fikri
bu ormanda
benzerini bekliyorum içimdeki fırtınaların
sıcak ağaç gölgelerinde
ne toplumsal çelişki
ne de fiziksel güç gösterisi
anlamlı bekleyiş
bir adım daha atarsam
tipik kıvılcımların çıkabileceğinden ürküyorum
hareketsiz kalıyorum
aşk buralarda olmalı .
SÜZÜLÜP GİTTİN
Önce ateşler çekildi dünyamdan
sonra gülüşlerin kayboldu
ince seslerin çınlamıyor artık kulağımda
hiç yaşamak istemediğim bir şeydi sensizlik
yaşattın
yaşadım
oysa tutunup kalkabilirdik düştüğümüz uçurumlardan
olmadı
beni hatırlarsan
sahildeki akşam yürüyüşlerinde
avazın çıktığı kadar sus
karşı koyamadığın işkencelerde buharlaşırsa düşlerin
zayıf insanlar gibi sığınma sözcüklere .
UYUŞTURUCU DEFTERİ
İşte ülke, işte yaşam, işte seçenek
toz duman düğümlenmesinde
öyle dediler
öyle oldu
kum saatleri kırık
çelik yığını gibi ağırdı bedenlerimiz .
TOPRAK ZAMANI
Güzel Babacığım Mustafa Evcil’e :
Sert soğuklarda pişirilen
sıcak yemekler gibiydi yaşamın yalanları
birlikte tadına baktık
neler yaşadık kent kuyularında
ateş vurdu sırtımızdan
ezildikçe güzelleştik
işkencesinde düğümlendik yalnızlığın
biricik oğlunu
cevahir’i düşünüyorsun gittiğin yerde
hissediyorsun
sensizliğin içimi ne çok acıttığını
teninin temizliğinde
derinden seslenişlerinde
rüzgardaki anıların zayıf tesellisinde
sarsılıyorum
dünyama sığmıyor o tatlı tebessümün
hastalıkların pençesinde
acı çekmeyi hak etmemiştin sen
koparıp toza döndüren toprak
neden savunuyorsun ölümün haklılığını ?
SON SALDIRI
Yırtılan sayfaları topluyorum
bir kılıç çiziyor baktığım pencereyi
seni göremiyorum
düşünüyorum gün bitimlerinde
ağlıyorum
sıradan bir yolcu musun sen ?
uzaklaşmamalısın bu gezegenden
kim söyledi savaşların bittiğini ?
ince sözcükler yarat
toprağını uyandır
heykellerine dokun havasız gecelerin .
Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
Şiirlerin izinsiz kopyalanması - çoğaltılması
suç kapsamına girer.
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Arşivden Seçmeler
ŞU AN
canım sıkılıyor
derin derin nefes alıyorum
resimlerine bakıyorum gözlerimi kırpmadan
başımı öne eğiyorum
sanıyorum ki
çenemden tutup kaldıracaksın
bana üzülecek bir şey olmadığını anlatacaksın
gözlerinle anlatacaksın
yıldızlar aynı anda sönüp yanacaklar
birbirimizin gözlerini sileceğiz
yaşama yeniden merhaba diyeceğiz .
Hüseyin EVCİL
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Negatif Çizgi
Sanırım farkındayız. Gittikçe yakınmalarımız çoğalıyor; çevremizden, tanıdıklarımızdan, yöneticilerimizden. Tüm yaşadıklarımızdan yakınıyoruz.
Sohbet sırasında: Sadece kendini düşünüyor, kendi çıkarları için her şeyi yapabilir, her şeyi hakettiğini sanıyor, kimseyi beğenmiyor gibi söylemler çok kullanılıyor. Sanki yeraltında gizli bir laboratuvarda yapılan müdahaleler sonucu günümüzde bencil bireyler üretiliyor. Devleti yöneten egemenlerin, alışılagelen biçimde, öncelikle kendi çıkarlarını ön planda tutmalarının ve diğer politikacıların bu sürece eşlik etmelerinin genel görünümü sevimsiz kıldığı bir gerçek. Yetişen yeni nesle öğretilmeye çalışılan, mesajlarla, örneklerle zorla beynine yerleştirilmeye çalışılan şey; önce kendisini kurtarması gerektiği, önemli olanın bireysel başarı olduğu gibi yönlendirmeler. Bu kadar bireyselleşip, aynada sadece kendini görmeye başlayan insanların gittikçe artan oranlarda tüketime, mistik öğretilere, yeni akımlara ilgi duyması çok normaldir. Belki bu, çağımızın yarattığı bir şey değil, teknolojik gelişmeler ve medya insanlarda zaten varolan özellikleri sadece belirgin biçime getirdi.
Toplumbilimcilerin gelecekteki ilişkilere dair görüşleri iyimser değil. Eski paylaşımlar yok oluyor. Acı çeken insanların acılarına ortak olma gibi insani kaygılar azalıyor. Trafikte ezilmiş fakat henüz ölmemiş kedinin ya da köpeğin yalvarışları bizi etkilemiyor. Bütün gününü, bilgisayarda savaş oyunları oynayarak tüketen küçük çocukların kazandıkları psikoloji bizi bağlamıyor. Bizi bağlayan şeylerle, gerçekte kölesi gibi olduğumuz şeylerle günlerimizi geçiriyoruz.
Bencilliği, egoları üst seviyelere ulaşan, bu arada kazandığı negatif durum nedeniyle narsist bir kimliğe bürünen kişiyi yakından incelediğimizde şunları görebiliyoruz: Kendini yeterli görüp sürekli başarıya ilişkin projelerle uğraşıyor ama aslında kendinden kuşku duyan, eleştirilere tahammülsüz, değersiz hissettiği gizli bir yanı var. İnsanlarla yapmacık ilişkiler kurup, övgü ve takdir bekleyen, toplulukların içine gerçek anlamda giremeyen, başkalarına güvenmeyen, başkalarına dayanamayan, başkalarının zamanlarına ve duygularına değer veremeyen ve sınırlarını önemsemeyen biri. Sıkıntılı, sağlıksız ve kopyacı değerlere sahip. Yalanlara dayalı, maddiyata dayalı, otoriteye dayalı bir yaşam sürerken, dışarıya karşı: Dürüst, ahlaklı ve paraya hiç önem vermeyen bir tablo çiziyor. İşin acı yanı: Eşini, dostunu göremiyor, sevemiyor. Çok iyi konuşan, kararlı biri gibi görünmekle birlikte kafasındaki bilgiler: Sadece başlıklar içeren yüzeysel bilgiler, detayları unutuyor. Onun için dil ve konuşma, ancak kendine güvenini tazelemenin bir yolu. Bir tür zavallılık. Ünlü Psikolog Sigmund Freud’a göre: İnsandaki bu davranışlar hastalıktan öte bir dramdır ve gerekli önlemler alınmadığı takdirde zaman içinde şiddeti doğurabilir.
Her insanın yapısında bir parça narsizm ve şiddet olduğu biliniyor. Problem: Bu duyguların fırsat bularak tehlikeli zeminlerde çoğalması ve böylece denetimden çıkması. Tarihte bu kategoride yer alan çok sayıda lider bulunuyor. Yönetimi bir şekilde ele geçirdikten sonra hastalıklı fikirleriyle toplumu mutsuz etmişler. Örneğin: Neron, Hitler, Mussolini ve Stalin hemen akla gelenler.
Egoları tehlike sınırlarına erişmiş insanın tipik saplantıları şunlardır: Özel ve eşi bulunmaz biri olduğuna ve ancak başka özel ya da üstün kişilerin, toplulukların, kurumların kendisini anlayabileceğine ve ancak onlarla arkadaşlık edebileceğine inanması. Başkalarını kıskanması ve kendisinin kıskanıldığına inanması.
Sonuç olarak insan; negatif çizgisini denetleyemediğinde, o çizgide büyüyen duygular tarafından sonuna kadar kullanılır. Varlığımızın en önemli kanıtı duygularımızdır. Değerimiz ancak duygularımızla ölçülebilir. Yeryüzünde, duygularımız sayesinde bataklığa saplanırız ya da yükseliriz.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Sahte Sanatçılar
Sanat; güzelliğe ve özgürlüğe ulaşmayı amaçlayan önemli bir alandır. Sanata dayalı maddi kazanç elde etme planları ya da sanatın paralelinde çürümüş fikirler öne çıkarıldığında, basit bir eylem olur ki; yok olmaya mahkumdur. Sanat nedir, Sanatçı kimdir soruları hep yazılır, çizilir, karşımıza çıkar. Bu iki kavramı doğru algılamak zorundayız.
Son zamanlarda, medyanın, sanatçı diye sunduğu bazı tiplerin davranışları, özellikle gençlerimizi olumsuz etkilediği gibi, sanata da büyük saygısızlıklar yapılıyor. Bir insanın, sanatçı kimliğini kazanması: Dünyasındaki güneşlere, yüreğindeki kaynayan duygulara, yani özgün üretimlerine bağlıdır. Daha açık ifadeyle: Sanatla profesyonelce uğraşanlar; özel bir belge sağlamak için makamlara, otoritelere gereksinim duymazlar. Alınan eğitim elbette, insanda varolan genetik temelin üzerine yapıların kurulmasına yardımcıdır. Fakat yalnızca diploma, yalnızca gösterişli yapılar, sanatçıya dair kanıtlar değildir.
Gerçek sanatçı, ödül beklentileriyle, para kaygılarıyla yaşamaz. Yetenekleriyle, çabalarıyla kendini yaratır ve gerçekleştirir. Ateşlerde yanar, sularda boğulur, kasırgalarda sürüklenir. Ölmeden, ölümü hücrelerinde hisseder. Ölümü masaya yatırır. Yarı aç - yarı tok yaşayabilir. Doğayla, isyan etmeden hesaplaşır. Evrensel düşünür.
Ülkemizde ne yazık ki karakterleri tartışmalı, çok sayıda kompleksli insan, arkasına karanlık insanları da alarak, kendini sanatçı göstermeye çalışmakta, basını, iletişim araçlarını işgal etmektedir. Elbette basın özgürdür ama o özgürlük: Başkalarını incitmeye, başkalarının değerlerine saldırmaya, başkalarına zorla gözlükler takmaya çalışıyorsa, bunu durdurmak üzere yaptırımlar gündeme gelmelidir.
Ulusal kültürümüze gizlice dinamitler bırakılıyor ve yeni kuşaklar önlerine açılan yeni yollardan yürümeyi tercih ediyorlar. Alkol ve uyuşturucu tüketimi gün geçtikçe artıyor. Vücudunu, çevresini zehirleyenlerin sayısı artıyor. Küçük nedenlere bağlı işlenen büyük suçların sayısı artıyor. İlk çağlarda, mağaralarda yaşanmış ama hala yaşanan, vahşi olaylar gerçekleşiyor. Acil önlemler konusunda resmi kurumları ve politikacıları uyarmalıyız.
Gerçek bir sanatçı, ekrandan, sadece kendini bağlayan, çok özel konularda, milyonlarca insana hitap edemez. Onların birbirlerini aldatmaları, onların gece hayatları, onların sapık yaşam biçimleri, onların hangi bardan saat kaçta çıktıkları; halkımıza eğlence, magazin adı altında sunuluyor. Bu tür programlar, halka haber değil, hakarettir ama o kadar ince ve masum biçimde veriliyor ki, çoğunlukla ilgi görüyor. Zayıf kişilikli insanlar etkilenip örnek alıyor. Sonuçta, bazı medya gruplarının etkileme ve yanıltma yöntemleri başarılı oluyor. Çünkü televizyonun doğrudan bir anlatım gücü ve çabukluğu var. Cinsellik de eklenince, hazırlanan tablo gözlerde kalmıyor, acil müdahalede hastalara takılan bir serum gibi kana karışıyor, böylece hafızalara uzun çiviler çakılmış oluyor.
1970 ’li yıllarda Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Genel Müdürü İsmail Cem’in unutamadığım bir uygulaması vardı. Bugün orta yaşa gelenlerin anımsayacakları üzere; dünyanın en önemli klasik eserleri, ünlü yayın kurumu BBC’den satın alınarak çevirileri yapılmış ve gün aşırı, dönemin tek kanal televizyonundan yayınlanmıştı. Görüntünün siyah - beyaz olması, sanki filmleri daha çekici kılıyordu. Olaylar ve diyaloglar, izleyicilerin bütün güzel duygularını harekete geçiriyordu. Ağır koşullarda direnen, yoksul - onurlu insanların öykülerini nefes almadan izliyorduk. Aşık olan insanların yüreklerinde yolculuk yaparken, inanılmaz dostluk, fedakarlık örneklerini görebiliyorduk.
Konu açıldığında; beş kişiden dördü: Ben de şiir yazıyorum, benim de çok güzel şiirlerim var, kitabımı nerede bastırabilirim acaba diyor ? Yazılanların güzel olduğuna karar verecek olan, yazarın iyi bir çizgide gittiğini belirtecek olan: Edebiyat fakültelerinde saçlarını ağartmış, gözleri yorgun fakat yüreği hala genç öğretim üyeleridir. Örneğin: Ege Üniversitesinden Prof. Dr. Gertrude Durusoy Hanımefendi. Fırsat buldukça kendisine dosyamı götürür, eleştirilerini beklerdim.
Kişi nasıl olur da kendi amatör üretiminin güzel olduğuna inanır, karar verir ? Kişiyi geriye götüren bir iyimserlik. Önemli basamakları geçmeden, kafaca özgürlüğe ulaşmadan kalemi eline alanın, sevgilisiyle arasında geçen tartışmayı anlatması; şiir değildir. Sanat hiç değildir. Kumdan kaleler yaparsanız; yağmurla birlikte başlangıç noktasına dönersiniz.
Edebi boyutta yerini bulan bir şiiri inceleyelim: Başlık, sözcükler ve onlara yüklenen elektrik, imgeler, benzetmeler, giriş çıkış dizeleri gibi özellikler uyumlu biçimde kullanılmıştır yazarı tarafından. Okuduğumuzda, içinde kendimizi bulduğumuz şiirler vardır. Çünkü aynı duygular bizde de mevcuttur.
Bir metindeki iç enerji: Düşündürücü, ağlatıcı, kanatıcı, kışkırtıcı olabilir. Okunurken yüreğe akanlar; gerçek uyarıcılardır. Sözcükler aracılığıyla oluşan bu motivasyon, kişinin yaşama sevincini, sevme yeteneğini yanardağ gibi patlatabilir. Yaşamın önemli aynalarından ikisi: Edebiyat ve resimdir.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Yol Bekçileri
Son yıllarda; cilt üzerinde, sindirim sisteminde, kalp atışlarında ortaya çıkan ve psikosomatik denilen rahatsızlıklarla karşılaşıyoruz. Bu problemler, içten dışa doğru müdahale ile, iç benliği ikna ederek çözülebiliyor. Çünkü yaşanan rahatsızlık; negatif ataklarla oluşan türden. İnsanın, yaşadığı mekanları ya da koşulları sevmeyip, protesto etmesi de diyebiliriz buna. Terapiler, önerilen ilaçlar belirtileri azaltıyor ama asıl neden, iç dünyanın derinliklerinde hiç dokunulmadan duruyorsa, çözüme ulaşılamıyor. Kekik suyu içmek, kükürtlü banyo, antihistaminik tabletler, B1 + B2 vitamini almak bir parça rahatlatıcı oluyor.
İnsanın, kendi varlığını nasıl düşündüğü, nasıl hissettiği gerçekten önemli konu. Çünkü yaşama sevincini, üretimini, ilişkilerini büyük ölçüde etkileyen şeyler: Kendi düşünceleri ve duygularıdır.
Doğada bulunan tüm varlıklar; etkiler altında kalarak değişimlere uğramak, tepkiler vermek zorunda. Kişinin kendine karşı vermiş olduğu en güçlü tepkilerden birinin kanser olduğu tıp alanında biliniyor. Beden, sürekli sıkıntı, sürekli uyumsuzluk içinde kalamıyor, savunma sistemi zayıflayıp çöküyor.
Varlığımıza saygı açısından, bütün yıpratıcı etkilerden mümkün olduğunca uzak durmalıyız. Örneğin: Beslenme biçimi, aşırı sigara ve alkol, aynı çatı altında yaşayan eşlerin yıllarca kavga etmeleri … Bunları bilerek sürdürüyorsak, demek ki doğrudan kendimize gelmekte olan etkiler karşısında, duygularımızı, egolarımızı iyi kontrol edemiyoruz.
Japon bilim adamlarınca yapılan araştırmalar sonucunda, kansere karşı koruyucu etkisi kanıtlanan ve sık tüketilmesi önerilen gıdalar şunlar: Sarımsak, ısırgan otu, hurma ve kuru incir. İçerdikleri maddeler, insan vücudundaki zararlılara karşı direnen en güçlü savaşçılar olarak kabul ediliyor.
İnsan; yaşamdan, toplumdan, dostlarından bir şeyler istiyor, bekliyor. Fakat önce kendi içinde, nelerin yanlış ya da eksik olduğunu bulmalı. Toplumu kemiren alışkanlıklar arasında, bencillik ne yazık ki hala yerini koruyor. Vermeden almayı amaç edinenler, kendi yüzlerini değil, maskelerini gösteriyorlar. Çünkü maskeleri; ruhlarının ayrılmaz parçaları. Aynaya bakmalarının hiç yararı olmayacak. Sisli ufuklarına, geçici ışıklar sağlamaya çalışıyorlar. Güneşten korkuyorlar, kendilerinden korkuyorlar, korkularının bitmesinden korkuyorlar.
Her zaman, seçme özgürlüğüne sahibiz. Fakat kendimizi kandırmaya çalışmak; büyük saygısızlık.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Kan Çivileri
Irak’tan ulaşan son bilgilere göre: Amerika, düzeni sağlamak amacıyla, Azimiye’deki Şii ve Sünni bölgesini, 3.5 metre yüksekliğinde ve 5 kilometre uzunluğunda bir duvarla ayıracak. Duvarın yapımına 10 Nisan’da başlandı. İnsanlar kardeş gibi yaşayacaklarına, soyutlanarak, tecrit edilerek yaşamaya itiliyorlar. Kendimizi onların yerine koyalım bir an için. Onur kırıcılığın son aşaması değil mi ? Dünyanın öbür ucundan öfkeyle gelip başkalarının topraklarında bütün kötülükleri yaptıktan sonra halkı parçalara bölmek. Duvar bir zamanlar Almanya’nın Berlin kentinde de vardı. Fakat ne geçişler engellenebildi, ne de ölümler. Sonunda da yıkıldı. Sözde huzurun sağlanması adına yapılan bu çalışmanın mezhep ayırımını derinleştirmesi, tarafları tahrik etmesi kaçınılmaz. Türkmenlerin çoğunlukta olduğu Telafer kentinde ise, sık sık sokağa çıkma yasağı konmakta. Burada yaşayan insanlar depresif oldular.
20 Mart 2003 önemli bir tarih. Anımsanacağı üzere, bundan 4 yıl önce Amerikan ordusu Bağdat’a girmişti. Irak halkını Saddam’ın baskısından kurtarıp demokrasi getireceği yalanlarıyla başlattığı işgal halen sürüyor. Yaklaşık 700 bin kişi öldü ve 700 bin kişi de tutuklandı. Yüzlerce masum insan, evlerde - yollarda aşağılandı, işkence gördü.
Basındaki sevimsiz haberleri izlerken kafamda oluşan birinci soru: Amerika’nın neden savaşlara trilyonlarca dolar harcadığı ? Araştırıyorum: Görünen nedenlerin ve gerekçelerin tümü sahte. Asıl yürüttüğü işler: Koruyup kutsadığı İsrail’in düşman ya da tedirgin olduğu güçlü noktaları sindirmek, dağıtmak. Plan gereği bazı bölgelerde de başkalarını savaştırmak. Her zaman güç dengelerini korumak ve silah sektöründe devamlılık. Tehlikeli bir petrol hırsızı aynı zamanda.
Kendimizden örnek: Dış destekli terör, artık gövdemizde kanser. ABD Hükümeti ve batılı egemenler, PKK’nın bitirilmesine izin vermiyorlar. Öcalan Türkiye’de mahkum mu yoksa misafir mi ? Belli değil. Londra’daki Büyük Masonlara sormak lazım. Mahkumiyeti o kadar ayrıcalıklı ki bakımına oldukça özen gösterilmekte. Terörden bıktık. Can kayıplarımızla birlikte çözümsüzlük toplumumuza rahatsızlık veriyor. Anlaşıldı ki politikacıları aşan, hükümetleri aşan, kökü uzaklarda bir yapı.
Bu arada, Kuzey Irak’taki şımarık Kürt yönetimi, petrollerin denetiminin merkezi hükümete bırakılmasını kabul etmeyeceğini açıkladı. Petrol gelirlerinin nasıl paylaşılacağı ve günümüzde işletilmeyen petrol kaynaklarının denetiminin kimlere verileceği gibi hesaplar henüz netlik kazanmasa da, ABD’nin girişimleriyle hazırlanacak yeni yasa taslaklarının, Doğal Kaynaklar Bakanlığı tarafından tartışmasız kabul görmesi bekleniyormuş. Önlerinde başka seçenek yok.
Halkımız arasında çok kullanılan iki deyim var: 1- İt ürür, kervan yürür. 2- Deveyi havuduyla yutmak. İngiltere - Amerika - İsrail üçlüsü, dünyanın ciğerini sökseler; insan hakları adına yapılan ve Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından da uygun görülen bir eylem. Demokrasiyi, özgürlüğü yerleştirme bahanesiyle, kendi etkisi altına aldığı ülkelerin mal varlıklarına göz diken Emperyalizm: Sınırları, haritaları dilediği gibi değiştirmeye kararlı.
Bugün Irak halkından sağ kalanlar ölümcül silahlara direniyor, topraklarını korumak için varlığını feda ediyor. Fakat bir ülkenin her şeyiyle batırılması, aylardır, yoldaki trafik kazası gibi aktarılmakta. Çok satılan gazetelere, çok izlenen televizyon kanallarına bakılırsa, yaşananlar doğal, yani bölgede sıcak gelişmeler oluyor. Seçilen görüntülerle dünya bilgilendiriliyor. Bu kadar basit sanki. Bilmiyorum belki de ben abartıyorum. Aydın sandığım biri de şöyle dedi: Pazarlarımızda her şey bulunuyor. Çok sayıdaki kanallarımızda ne güzel sürükleyici dizilerimiz yayınlanıyor. Ne güzel mankenlerimiz var. Süper klipler çekiliyor. Hayat devam ediyor. Düşünmek, üzülmek yerine eğlenmemize bakalım. Komşudaki gürültüler oradaki yaşamın bir parçası. Baştakiler düşünsün. Sesimi çıkarmadım. Bir sigara yaktım. Daldım gittim.
Amerika’nın İran’ı hedef aldığı ve saldırmayı düşündüğü gibi ürkütücü konular bizdeki kadar İran’da konuşulmuyormuş. Komşumuzu yıllarca hep gerici olarak bildik. Ne yazık ki bu tür yargıları insanımıza, medyamız armağan etti. Biz ilerici miyiz gerçekten ? Tartışılır.
Dikkatimi çekti: ABD Başkan yardımcısı Dick Cheney, Irak’tan 2008 yılında çekilmelerinin İran’a büyük cesaret vereceğini iddia ederek, askerlerin görev sürelerini 12 aydan 15 aya çıkardıklarını söyledi.
İran yetkilileri: Nükleer programlarını barışçı amaçlarla kullanacaklarını defalarca belirttiler. Bu program bahane edilerek, İsrail - ABD ikilisinin bir saldırı düzenlenmesinin ters tepeceği, İsrail’in ekonomisi ve güvenliği aleyhine ciddi sonuçlar doğuracağı tahmin edildiğinden, operasyon askıda bekliyor. Bir süre önce, Oxford Araştırma Grubu ve Chatham House adlı düşünce kuruluşu: İran’a saldırmanın riskli olacağını açıklayan raporlar yayınladı. Fizikteki etki - tepki olayına çok benziyor. İran’ın, uzun menzilli füzelerini, İsrail’in Tel Aviv ve Hayfa kentlerini vuracak biçimde ayarladığı öteden beri zaten biliniyor.
İnsanlığın yüz karası savaşlar, büyüklerin küçükleri yutmasını hızlandırıyor. Üçüncü Dünya Savaşı çıkmadı ama çıkmış gibi rengi soldu dünyanın. Her şey ortada. Ölenler öldü. Kalanlar mengenede.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Anlamak Yetmez
Güzel ülkemizin nerelere sürüklendiğini bilmek; duyarlı her Türk için önemli bir olaydır. Araştırmalarda biraz derine indiğimizde üzülerek görüyoruz ki; yeryüzündeki güçler, diledikleri zaman, yüzölçümü küçük de olsa bir ülke yaratmışlar, diledikleri zaman büyük bir ülkeyi tökezletip parçalamışlar, diledikleri bölgelerde savaşlar çıkarmışlar, programlarına uygun yönetici modellerini her şeye rağmen, iş başında tutmuşlardır. Bu gerçek, diğer gerçekleri çırılçıplak ezip geçiyor.
Zengin ülkeler: askeri ve sanayi ürünlerinin satışlarında, kaoslar yaşanmasında, yoksul ülkeleri acımasızca kullanmışlar. Bize bakalım: Dün ufukta ucu görünen bıçak, artık kemiğimizi kesiyor. Hiç acımıyorsa, vücudumuzda bir sorun var demektir. Belki de duygularımız zayıflamıştır.
Yakınımıza kurulan bir çark, değirmen gibi durmaksızın dönüyor. Batılı ülkeler tarafından Güneydoğuda, Ortadoğuda tehlikeli çalışmalar yapılıyor ve bütün dişliler Beyaz Saray’daki ana saatin yürümesine yardım ediyor.
Küreselleşme hareketi; sınırlar açısından, yerli holdingler açısından, kültür birikimleri açısından bütün ulus devletlerde kaygı ve sıkıntı yarattı. Yıllardır çoğu alanda işbirliğine girdiğimiz, kredi ve malzeme almayı görev edindiğimiz sömürgeci ülkelere bir parça olsun direnebilmemiz için: Bizi, bizlerin yönetmesi gerekiyordu. En büyük başarısızlığımız budur. Kendi yağımızla kavrulmadık hiç, yağımızı beğenmedik ve ekonomide borç bataklığına saplandık, hiç çıkmamak üzere …
Cehennemin ortasına götürüp oturttular bizi; elimize armağanlar verdiler. Yıl: 1965. İlkokula giden çocuklarımızın Amerikan malı süt tozuna ihtiyaçları mı vardı, süt kıtlığı mı vardı memleketimizde ? Hayır. Peki biz dilenci miyiz ? Hayır. Kimi yabancı ülke yöneticileri de geçmişte, agresif biçimde hiç çekinmeden, bizlerin; geldiğimiz yere, yani Ortaasya’ya sürülmemiz gerektiğini bile söylediler.
Önümüzdeki dönem, başta ABD, İngiltere ve İsrail etiketli tüm emperyalist planların dışında kalabilmemizi sağlayacak bir dalgakıranın yapımı için, yaşadığı toprakları gerçekten seven aydınlar bugünkü mevcut engellerin nasıl aşılabileceğini acilen ortaya koymalıdır ama bu çaba, gazete köşelerinde değil, kent meydanlarında içtenlikle, yüksek sesle gösterilmelidir. Ağzımızla değil yüreğimizle konuşmalıyız.
İsim vermeye utanıyorum, hoş değil, geçmiş yıllarda aydın maskesiyle bazı onursuz kişiler söylemlerinde: Halkımızı ve rejimimizi yargılarken lordlar sınıfında içip dansettiler sadece. İnsanları küçümseyip, egolarını sevdiler, maddi kazançlarını sevdiler. İçimizden söküp atmak için Kurtuluş Savaşı verdiğimiz ülkeleri çok sevdiler. Eşlerinin Hıristiyan olması sanki bir ayrıcalıktı. Samimi olmadıkları kanıtlandığı halde; televizyon kanallarında hayranları, meraklı izleyicileri ve piyasada ilgi gören kalın kitapları vardı onların. Halkımızı, kamu kuruluşlarımızı kasten aydınlatmadılar, uyarmadılar, ancak yapay gündemler ürettiler. Sonuçta toplumumuz, tek yumruk olmayı beceremeyecek kadar aciz pozisyonlara düştü. Daha da düşecek. İşsizlik, yoksulluk, karamsarlık ve şiddet arttı …
Atatürk’ü seviyoruz. Sevilmeyi hakediyor. Anıtkabir’i ziyaret ediyoruz, portrelerini çoğaltıyoruz, her yere asıyoruz ama bize teslim ettiği değerli vatanı uçuruma doğru itenlere karşı ciddi bir tavrımız yok. Karıncaların sohbet ettiklerini, tartıştıklarını göremeyiz, sadece çalışırlar. Duyarlı insanlar olarak, hiç birimizin çalışması, üretimi yeterli değildir. Çünkü özel donanımlara sahip, erdemli ve cesaretli yöneticileri yaratamama problemimizi çözemedik. En güzel yıllar geçip gittiler. Atatürk dışındaki devlet adamlarımızın özgür iradeleri tartışılır. Darbelerden, genel seçimlerden, yeni kurulacak bir partiden hiç sözetmeden, başka neler yapabileceğimizi, hangi yoldan yürüyebileceğimizi belirlemeliyiz. Politik alan çoktan yozlaştı. Siyasi partiler güven ve saygılarını yitirdiler. Disiplin ve düzenleme kaçınılmaz. Somut fikirlere ve projelere çok gereksinim duyuyoruz. Daha uzun yıllar, oyunlarda, tuzaklarda figüranlık yapıp çırpınmayı kabullenemeyiz. Çünkü umutlarımız değerlidir. Bilinçli her Türk genci bu döngünün asıl nedenini merak ediyor. Üzücü olan; her geçen gün biraz daha yanına yaklaştığımız kara deliğin yapımcıları; varlığımızı korumamıza, inançlarımızı yaşamamıza, ekonomik düzenimize, hukukumuza sınırlar koyuyorlar. Anayasamız kaç kez delindi. Devlet üst kademesinin değerli insanları kaç kez komplolarla yıpratılmaya çalışıldı.
Komşularımıza dikkatle bakıyorum. Kitle imha silahları bulunduruyor bahanesiyle Irak işgali başlatıldı. İşgal öncesi yayılan iddiaların hepsi boş çıktı.
Çizilen rotaları değiştirmeye teşebbüs edenlerin, bu aykırılıkları nedeniyle susturulduğu, yine siyonist locaların talimatlarıyla, aileleriyle birlikte sefilliğe terk edildiği ya da yaşamlarının sona erdirildiği çok sayıda ülkede açıkça görüldü.
Önceleri makamında saygı gören fakat sözleşmesi biten yönetici, medyanın katkılarıyla 24 saat içinde değersiz bir çöp oluyor, aşağılanıyor. Örneğin: Romanya’da Nicolae Ceauşescu ve eşi Helena’nın makinalı tüfekle taranması televizyonlardan yayınlandı. Örneğin: Eski Başbakanlarımızdan Turgut Özal, Ortaasya Cumhuriyetleri gezisi sırasında yediği yemekten zehirlendi ve dönüşte klinikten kan tüpü yokoldu. Böylece tahlil sonuçları öğrenilemedi. Bir başka itici örnek: Irak eski lideri Saddam Hüseyin. Kafasında bit olup olmadığına, ağzındaki dişlerin sağlam olup olmadığına bakıldı canlı yayında. İki oğlunu öldürüp önüne attılar. İğrenç bir mağara dönemi uygulaması. Günahsız halkın maruz kaldığı işkencelerse yüreklerimizi parçaladı durdu haber bültenlerinde.
İslam ülkeleri aydınları ve yöneticileri, sorumluluk hissederek, temel ilahi ilkeler doğrultusunda doğrultusunda inisifiyatiflerini ve olanaklarını kullanamayacak kadar acizler. Zevklerinin kölesi olmuşlar. Londra’ya uçakla eşcinsel sevgilisini ziyarete ve kumar oynamaya giden kişiliksiz petrol şeyhlerinin zavallılıklarını gazetelerden okuduğumda rahatsız olurdum, sinirlenirdim. Yakalarına yapışmayı, öfkemi dile getirmeyi hayal ederdim.
Yalan söylemeyen, duygu sömürüsü yapmayan, dışarıdan emir ve borç almayan iktidarlar istedim hep. Olmadı. Borçlarımızdan mutlaka kurtulmak zorundayız. Gerçek özgürlüğe ulaşmamız için, diğer devletlerin bencil - vahşi politikalarını sorgulamak bir yana, kaybolan ruhlarımızı bulmalıyız önce. Ruhlarımızın çalındığının bile farkında değiliz. Uyuduk. Bizi güzel uyuttular.
Herkes eline sağlam bir fener almalı, ileriyi görmeli. Devletimizin manevi kişiliğine çok fazla saldırdılar. Keşfettiğimiz doğrular ışığında eğer mevcut kuşatmayı kıramayacaksak; yarın doğacak çocuklarımıza gücümüzün nasıl çalındığını, onurumuzun nasıl incitildiğini gözyaşlarımızla birlikte anlatmak zorunda kalabiliriz. ABD’nin dünya uluslarına öteden beri nasıl düşmanca ve ikiyüzlü davrandığını unutmamalıyız. Lozan Antlaşmasını tanımayıp dolayısıyla imzalamamasını, yıllardır PKK’ya silah ve para sağlamasını, Kürdistan dayatmasını ve Ermeni soy kırımı suçlamasını, yabancılara toprak satışındaki rolünü, çekiç güç, askerimizin başına çuval geçirme gibi olayları unutmamalıyız. Ülkeler arasındaki büyük savaşları, çatışmaları perde gerisinden yöneten onlardır. Çıkarları doğrultusunda ve diledikleri her konuda, tüm insanlığı sahte belgelerle kandırmaya çalışan yine onlardır.
Toparlanmak zorundayız, çünkü zemin hızla kayıyor. Yarınlarımız için, cılız bilgilendirmeler yerine başka özel formüller bulmalıyız. Böylece Atatürk yerinde rahat uyusun. Şehitlerimiz yerlerinde rahat uyusunlar. Kemikleri sızlamasın. Bir şeyler yapmalıyız kıyamet kopmadan.
Anlamak yetmez
Anlamak yetmez
Anlamak yetmaz
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Bilinen Kötülükler
Gazetelerde Türkiye’nin Irak’a girebileceğine ya da girmesi gerektiğine dair haberleri görünce üzülüyorum. Çünkü bu gibi ülkemizin güvenliğini ilgilendiren hassas konuları apar topar yazmak, sorumsuzluğun ötesinde, sakıncalıdır. İrademizle, askeri gücümüzü kullanmayı düşünsek bile, bunu davul çalar gibi, önceden duyurarak mı yapacağız ? Medyanın tavrı düşündürücü. Devletin yüce makamları dururken, onlar adına konuşmayı alışkanlık haline getiren, kafa karıştırıcı yazarları da kınıyorum. Oraya, kahve içmeye, fotoğraf çekmeye gitmeyeceğiz herhalde. Kimse: Hoş geldiniz demeyecek. Parktaki sohbetler bile daha yapıcı geçiyor, yurtsever dostlar arasında.
Bazı köşe yazarlarının; kalemlerini sattığı, halka savaş psikolojisi dayattığı bir ülkede, gerçek anlamda aydınlanma ve kalkınma nasıl yürütülebilir ? İfade özgürlüğüne sığınarak, devletin kurumlarını kışkırtıcı, akıl verici konuşmalar yapılmamalı.
Saddam Hüseyin idam edildi. Dünya televizyonları idamı, yapay bir normallik atmosferi içinde sundular ve gelecekte, kameraların istediği biçimde anımsanacak her şey. Sanki bölgenin bütün sorunları şimdi daha kolay çözülecek. Halk: ABD ve İngiltere sayesinde özgür, mutlu olacak sanki.
Cahil çobanlar bile çok merak ediyorlar: Çok sayıdaki batı ülkesinin Irak’ta silahlı güç bulundurmaya hakları var mı ? Kimden izin alarak ve neden geldiler ? Yanıtı açık: Egemenler, güçlü oldukları kadar barışçılar, her zaman Demokrasi adına çalışırlar, insanlığın yararına iş yaparlar ve insanları gerçekten çok severler. Sevdikleri için de savaşlar çıkarırlar hep.
Olaylar, yalnızca görülenlerden ibaret değil ki. Bombardımanda tahrip olan kütüphanelerde, el yazması bilimsel eserlerin hepsi kül olmuş. Evliyalar Diyarı diye anılan Bağdat, en çirkin olayların yaşandığı bir işkence merkezi olmuş. Yol geçen hanı.
Demokrasi getireceğini söyleyen ülkeler, iki komşu İran ve Irak’ın aralarında yıllarca sürdürdükleri savaşı durdurmamışlar, iki tarafa gizli yollardan silah satarak yüklü paralar kazanmışlardı. Dünyanın bir çok bölgesinde çıkardıkları çatışmalarda, masum insanların ölümlerini koltuklarından izleyenlerin yöntemleri ortada. İngiltere, geçmişte kendi geleceği için tehlike saydığı Osmanlı İmparatorluğunu içinden yıkmakla kalmıyor. Orta doğunun zavallı halklarını, küçük küçük devletçikler haline getiriyor. Plan gereği, yönetime getirilen her emir ya da kral, İngiliz efendileriyle iç içe, akraba gibi oluyor. Çoğu Arap yöneticilerin yaşamları lüks içinde geçiyor. Haremlerinde, batı hesabına ajanlık yapan çekici kadınlar eksik olmuyor. Yine İngiltere, son kalan parçanın da eritilmesi için ( Anadolu ) Yunanistan’ı kışkırtıyor. Venizelos’un, böyle acele ve ölümcül adım atmaya kandırılmasını anlamak güç. Mondros Mütarekesiyle birlikte, her an işgal bekleniyor ama bunu Yunanlıların başlatacağı akla getirilmiyor.
İzmir Sosyal Hizmetler Vakfınca, 1982’de kütüphanelerimize kazandırılan bir araştırma kitabı dikkatimi çekti. Kitabın ismi: Yunan Ege’ye Nasıl Geldi. Yazarı: Türkmen Parlak. Kitaptan Bazı Bölümler ( İşgal Bildirisinden kısa alıntı ): Müttefiklerin izniyle hareket eden hükümetimden aldığım emir gereğince, İzmir ve çevresinin işgaline başlıyorum. İşgalimizdeki amaç, mevcut kanunların en iyi korunması ve desteklenmesiyle, bütün halkın refahını sağlamaktır. Üç bin yıldan beri Yunanistan’a değişik nedenlerle bağlı bulunan bu topraklar hakkında, durumu görüşmekte olan devletlerin, bu konuda verecekleri kararlardan önce, işgal düşüncesi kesinlikle yoktu.
1. Larisa Tümeni ve İzmir İşgal Kuvvetleri Komutanı Albay Niko Zafiryos.
Mustafa Kemal diyor ki: Bizi öldürmek değil, canlı canlı mezara gömmek istiyorlar. Şimdi uçurumun kenarındayız. Ama hiç bir zaman ümitsiz olmayacağız. Hep birlikte çalışarak memleketimizi kurtaracağız.
Kitapta çarpıcı bilgiler var, geçmişin acı gerçeklerini aktarıyor. Örneğin: İngiltere hakkındaki suçlama çok ilginç:
İngiliz Yarbay İan Smith, savaş öncesi, İngiltere’nin önce İstanbul Kara Ateşeliğine, sonra da İzmir’e konsolos yardımcılığına atandı. Savaşın başlangıcında Türkiye’den ayrılan Smith, İngiliz Gizli Haber Alma Servisinin Midilli adasındaki karargahına tayin edildi. Kısa zamanda bu karargahın komutanı olan Smith, Türkiye’ye dönük toprak altı çalışmalarında başarılar sağladı. Rumların silahlandırılmasında ve baskınlar düzenlemelerinde etkili çabaları görüldü. İleriki günlerde Ege Bölgesini kana bulayacak olan Yunan milisleri bu Türk düşmanı Yarbay tarafından eğitildi, silahlandırıldı.
Mustafa Kemal, perde gerisindeki beyni çok iyi biliyordu. Kurtuluş Savaşı sonunda esir alınan Yunan Başkomutanına nazik davrandı ve Yunan bayrağı üzerinde yürümeyi reddetti. Çünkü bayrak, bir ulusu temsil eden kutsal simgedir ve savaşlar: Emperyalist ejderhaların doyumsuzluklarını gidermek üzere hazırlanan acımasız oyunlardır.
Aynı beyin, ülkemizi 2. Dünya savaşının içine sürüklemek için çok uğraşmış, fakat dönemin deneyimli devlet adamı İsmet İnönü’yü üç gün boyunca ikna edememişti. Churchill’i ( asıl mesleği: Avukat ) dinleseydik yıkıma uğrayabilirdik. Tarafsızlığı tercih ettik. Kıtlık yıllarında, zor da olsa yaşayıp bugünlere ulaştık.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Büyük Oyunlar
ABD Başkanı, bir açıklamasında: Saddam’ın idamı, kendini yöneten, savunan ve terörizmle mücadelede müttefik bir demokrasi olma yolundaki Irak için önemli bir kilometre taşıdır. İdam, Irak’ın ne kadar çok ilerlediğini gösteriyor. Bu ilerleme, erkek ve kadın askerlerimizin hizmeti ve özverisiyle olmuştur dedi …
Batı medyasında hep vurgulanan: Saddam’ın, terörist olduğu, halkına zulmeden ve saltanat süren bir kişi olduğudur. İnsanlığa karşı suç işlediği gerekçesiyle idam edilmesi yıllarca tartışılacaktır, bütün idamların hep tartışıldığı gibi.
Suç, elbette cezasız bırakılamaz ama suçlanan insanların, o suçları hangi koşullar altında işlediklerine bakmak gerekir.
İdam, savunulacak ve sevinilecek bir olay değildir. Saddam, yönetimde bulunduğu 25 yıl içinde, katı kararları, hukuka aykırı uygulamaları nedeniyle, sorumlu ve suçlu kabul edilebilir. Bunlar Irak’ın iç sorunu. Fakat koalisyon güçlerinin barbarlıkları, işkenceleri asla kabul edilemez şeyler. ABD dışında, akbabaların buluşma noktası gibi: 27 ülkeden 16.000 asker !
Bir devletin içinde, petrol bekçiliği yapması amacıyla, başka kukla devlet kurmak, oradaki ulusun onuru ve güvenliği açısından en çirkin dayatma.
Devrilen, yenik duruma düşürülen Saddam, son nefesinde: Birlik olun demiş … Öldüğünde gözleri açıkmış. Bazı gazetelerimiz: Tarihin karanlık sayfalarına gömüldü diye yazdılar. Tarih neden karanlık olsun ? Neden ? Karanlık sayfaları hazırlayanlar, sayfalara imzalarını atanlar: Londra’da, Washington’da çalışan siyah yürekli insanlar. Geçmişte Japonya’ya gönderdikleri armağan; masum insanlar için düşündükleri 2 adet atom bombası değil miydi ?
Önümüze konulan eksik bilgilerle, diktatör diye adlandırdığımız insanların yükselmelerini, iktidarda kalma nedenlerini anlayamayız.
Belgeler insanı düşündürüyor: Çünkü liderler, zeki oldukları kadar çelişki içindeler. Örneğin: Adolf Hitler ( asıl mesleği: Boyacı kalfası ). Zekası, yetenekleri keşfedildikten sonra, parti üyeliğinden tek adamlığa kadar yükseliyor. Konuşmalarıyla halkını savaşa hazırlarken, ABD’den gizlice nakit paralar alıyor. Böylece uzun savaşta kullanacağı kaliteli silahların üretimi sağlanıyor. Çünkü Hitler üzerinden yapılan hesaplar var. Avrupa çöküyor, harabeye dönüyor. Rusya’nın yarısı gidiyor ve nihayet uzaktaki ABD, milyonlarca insanın ölümünün ardından barış adına devreye giriyor.
Egemenler, Irak’ta: Yarattıkları, silahlandırdıkları bir yönetimi ortadan kaldırdılar denilebilir. Bölgedeki diğer yönetimlerin de zamanı geldiğinde silinebileceği konuşuluyor.
Diktatör diye anılan o insan, yani Saddam:
1- 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekatında jetlerimize benzin yakıtı koyarak komşuluğunu gösterdi.
2- Turgut Özal Hükümeti döneminde, Körfez Krizi ortaya çıkınca, yardımcısını ülkemize göndererek: Komşuyuz, birbirimize saygılıyız. Lütfen tezgahlanan olaylar konusunda tarafsız kalmanızı bekliyoruz dedi. İhtiyacınız olan petrolü her zaman çok ucuza, hatta karşılıksız verelim dedi ( dinlemedik, duymak istemedik daha doğrusu ). 3- İncirlik’ten kalkan uçaklar Bağdat’a bombalarını boşaltırlarken, Irak bize karşı füze fırlatmayı düşünmedi. ( Türkiye dışında; İsrail’e, Kuveyt’e, Suudi Arabistan’a ve İran’a fırlatıldı ).
Komşumuzla ilgili dedikodu yapmak hoşumuza gidiyor belki ama güneşli bir gün aynada kendimize bakalım: Asılan, vurulan, vurulmak istenen, tartaklanan Başbakanlarımız oldu geçmişte. İdamlar, işkenceler, komplolar bizde de çok yaşandı.
Asıl Diktatörler: Darbelerle, savaşlarla halklara acılar çektiren ve İlahi Güçlerden vekalet almış gibi davranarak, ulusların yaşamlarına müdahale eden Emperyalist zihniyetlerdir. Nereye bakıyoruz, nelerle uğraşıyoruz …?
Umarım aklımız yerindedir. Televizyonlardan çıkan rüzgarlar, bizleri alıp bir yerlere götürdüğüne göre: Oldukça hafiflik kazanmışız …
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Psikopatlık
Geçen yıl, korsan bir sitede yaşadığım olayı paylaşmak istiyorum.
Tepkilerimi aşağıdaki mesajımla ifade ettiğimde topluca özür dilemişlerdi.
Mesajım aynen şöyleydi:
Sayın site yönetimine ve üyelere:
Efendim, sitenizin Serbest Kürsü bölümünde görülen: Kule Günlüğü tıklandığında ekranda açılan yazıların yazarı benim. Emeğim, üretimim olan o yazıları, izin alma gereği duymadan yayınlayan, rumuzla Kuşadası’ndan katıldığını belirten, bayan arkadaşın ( bilerek ya da bilmeyerek, fark etmez ), kaynağını belirtmeksizin topluma sunması, bütünüyle bana ait olan eserlerin telif haklarının açık biçimde çiğnenmesi demek oluyor.
Yazılarımın sonuna hep eklediğim: Copyright Tyrannos Edebi Ürünler cümlesini silip kafasına göre yayınlaması, saygısızlığın ötesinde, yasalara göre suç kapsamına giriyor. Kendisini uyarmak isterim. Sanatçıya değer vermeyi başaramadığı ortada. Utanma eksikliğinden doğan bu sorumsuzluğunu kınıyorum.
Paylaşımı seven, dostlukları önemseyen insanım. Elbette eserlerimin okunmasından mutluluk duyarım. Fakat bu iradeyi: Bana ait şeylerle, benim adıma, başkaları kullanamaz. Bilmem anlatabildim mi ? Anlayacağınızı umarım.
Kişilere, kuruluşlara normal posta ya da mail yoluyla yazdıklarımı ulaştırmam, yalnızca okunmasını istediğim içindir. Yani onlara: Bu ürünlerimi alıp dilediğiniz yerde kullanabilirsiniz diye sunmuyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız dahil olmak üzere, yıllardır iletişimde bulunduğum tüm kültür - sanat dostları için geçerli.
Bazı sitelerden aldığım davetleri kıramıyorum. TV programlarına asla katılmak istemiyorum. 25 yıldır edebiyat dünyasında güzel paylaşımlarla birlikte, çirkin diyebileceğim olaylar da yaşadım.
Konuyu toparlarsam: Lokantadan aldığınız yemeği, ben pişirdim buyrun diye misafirinize sunarsanız ancak kendinizi kandırmış olursunuz. Doğada beğendiğiniz fakat sizin olmayan bir toprak parçasına küçük bir kulübe yaparsanız ( gelecekte nasıl tepki alabileceğinizi hesaba katmadan ), günün birinde makina gelir, yıkar. Çünkü o arazinin tapusu, başkasına aittir. Davranışınızın açıklaması: Bencillik, cahillik olabilir. Kazanılmışı kazanmaya çalıştığınız için, el koyduğunuzu pazarlamaya çalıştığınız için zor durumda kalırsınız. Bulduğunuz herhangi bir şeyin üzerinde, isim, ipucu yazmasa bile sonuçta o sizin değildir.
Bir çocuk, sadece bir kez doğar. Benim üretimlerim; benim çocuklarım. Yazarken acıyı hisseden benim. Amacı ne olursa olsun, uygulamanın yanlışlığını anlatmaya çalışıyorum. Kopyacılık, insanı geriye götüren bir zayıflıktır. Hanımefendi derlemeyi seviyor olabilir, açtığı kendi sayfasında, bana ait yazılarla okuyuculardan güzel yorumlar, iltifat tarzı sözler bekliyor olabilir. Yazılarımı nereden alıp monte ettiğini merak etmiyorum. Lütfen başlıklarını ekleyerek, altlarına ismimi yazınız. Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim ediniz. 10 gün içinde bu düzeltmeyi mutlaka yapınız.
Arkadaşlar, bakınız size arkadaşlar diyorum, ben yazarlığı güç koşullar altında sürdürüyorum ve kalemimin incitildiği durumlarda çok katı olabilirim. Biliniz ki, şahsıma ya da emeğime saygısızlıkta bulunan kişi, Hakkari’nin köyünde de olsa 24 saat içinde kesinlikle bulurum, buldururum. Nezaketi bırakırım, çok ağır konuşurum ve altında ezilir.
Beş yıl önce önce, Ankara’da oturan, yüksekokul öğrencisi bir kızın ailesi ziyaretime geldi, yalvardılar. Çünkü bilinçli yaptıkları kurnazlıkla, bir yarışmadan ödül bile almışlardı. Üstelik maddi durumları çok iyi, saygın insanlar. Çalıntı duygularla nereye kadar ? Dava açabilirdim. Okulundaki felsefe öğretmeninin ısrarla araya girmesiyle vazgeçtim.
Bilgilerinize sunmak istedim
Her şeyi şiir tadında ama rol yapmadan yaşayınız. İkinci kez uyarmayacağım
Saygı Eksikliği En Temel Suçtur.
Çünkü Bir Çok Suça Kaynaklık Eder … Edward de Bono
Kanunu Bilmemek Mazeret Sayılmaz … Türk Ceza Kanunu 44 Md .
5846 SAYILI FİKİR VE SANAT ESERLERİ KANUNU
MADDE 8 - Bir eserin sahibi onu meydana getirendir.
MADDE 13 - Fikir ve sanat eserleri üzerinde sahiplerinin mali ve manevi menfaatleri bu kanun dairesinde himaye görür.
Eser sahibine tanınan hak ve salahiyetler eserin bütününe ve parçalarına şamildir.
MADDE 14 - Bir eserin umuma arz edilip edilmemesini, yayınlanma zamanını ve tarzını münhasıran eser sahibi tayin eder.
MADDE 15 - Eseri, sahibinin adı veya müstear adı ile yahut adsız olarak, umuma arz etme veya yayınlama hususunda karar vermek salahiyeti münhasıran eser sahibine aittir.
MADDE 22 - Bir eserin aslını veya kopyalarını, herhangi bir şekil veya yöntemle, tamamen veya kısmen, doğrudan veya dolaylı, geçici veya sürekli olarak çoğaltma hakkı münhasıran eser sahibine aittir.
MADDE 23 - Bir eserin aslını veya çoğaltılmış nüshalarını, ödünç vermek, satışa çıkarmak veya diğer yollarla dağıtmak hakkı münhasıran eser sahibine aittir.
MADDE 69 - Maddi veya manevi haklarında tecavüz tehlikesine maruz kalan eser sahibi muhtemel tecavüzün önlenmesini dava edebilir.
MADDE 70 - Manevi hakları haleldar edilen kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat ödenmesi için dava açabilir. Mahkeme, bu para yerine veya bunlara ek olarak başka bir manevi tazminat şekline de hükmedebilir.
MADDE 71 - Alenileşmiş olsun veya olmasın, eser sahibi veya halefinin yazılı izni olmadan bir eseri umuma arz eden veya yayınlayan, sahip veya halefinin yazılı izni olmadan, bir esere veya çoğaltılmış nüshalarına ad koyan, başkasının eserini kendi eseri olarak gösteren veya 15’inci maddenin ikinci fıkrası hükmüne aykırı hareket eden, eser sahibinin yazılı izni olmaksızın bir eseri değiştiren ( Ek : 21 / 2 / 2001 - 4630 / 26 Md . )
Kişiler hakkında 4 yıldan 6 yıla kadar hapis ve 50.000 YTL ’den 150.000 YTL ’ye kadar ağır para cezasına hükmolunur.
( Değişik: 21 / 2 / 2001 - 4630 / 26 Md . )
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Arşivden Seçmeler
TANRI
Her şeyin
kaynağı, yaratıcısı ve denetimcisi olarak
kendi doğal güzelliğinin yansımalarını, uzantılarını izlemek üzere
evrenlerin oluşumunu diledi.
Gezegenin birinde ölümlü varlıklar yaratmaya karar verdi.
Kararından önceki uzun sessizlikte
yalnızlığını hissetti
iradesini kullandı.
Bing Bang
giriş müziği oldu en güzel şiirinin.
Sınırlı insan hafızasını
sınırlarda donduracak bir konu …
Hüseyin EVCİL
DÜŞÜNME ZORUNLULUĞU
Düşünen insanın en belirgin özellikleri :
1- İçinde bulunduğu toplumu ve dünyayı, geçmişini, kendi varlığını tanımaya çalışmasıdır.
2- Kavrayabildiği özel bilgilerle varlığını güven içinde sürdürebilmesidir.
Ülkelerin de yazgıları oluyor ne yazık ki. Zayıflayıp çöktüğü dönemler oluyor. Belgelerden kolayca anlaşılıyor ki; düşünmeyen, okumayan, yazmayan topluluklar tarih boyunca hiçbir güce sahip olamamışlar. Sonunda köleliği kabullenmişler ya da yok olmuşlar. Düşünce ürünleri, zaman içinde uygar olmanın da ötesinde, insan olmanın vazgeçilmez gereksinimi haline gelmiş.
Yaşam öykülerini incelediğimde, göz kamaştırıcı titreşimler gönderen bütün düşünce adamlarının, toplumları aydınlattıklarını görebiliyorum. Geçmişte yazdıkları eserlerin: Kadife bir yansıma, hırçın bir işaret fişeği, zihnimi delen bir ok yerine geçtiklerini itirafa zorlanıyorum.
Şair, bilim adamı, devlet adamı gibi nitelikleri üzerinde toplayan ve 1749 - 1832 yılları arasında Almanya’da yaşamış Goethe’nin özlü sözleri bulunmakta. Anlamları açısından gerçekten tartışılmaz sözler. Düşündürmenin yanı sıra, insanın felsefe konularına ilgisini anında alevlendiriyor ve kendi araştırmalarında insana yol gösteriyor.
Savunmalar uydurarak, günümüz yaşam koşullarına ve ilerleyen teknolojiye sığınarak, felsefeden, romantizmden sürekli uzak kalmamız mümkün değil. Çünkü tembelliğe dayalı kaçışların da bir sonu gelecek ve o son noktada doğa, duyarlı her insanı mutlaka hırpalayacak. Zekasını, yeteneklerini geliştirmesi gerektiğini hatırlatacak …
Zaman ve mekan içinde, bu iki işkence kuyusunda üretmeye, mutlu olmaya uğraşıyor insan. Yerine göre mutsuzluğuna isyan ediyor, yerine göre birkaç kez ölüp diriliyor. Böylece yaşama ve yaşatma savaşı sürüp gidiyor.
Goethe’yi izlemeliyiz. Hoş, keyifli. İlk anda karamsar gibi gelse de, değil. Gerçeğin kendisi.
- Kişi nasılsa, tanrısı da öyledir.
- Büyük ruhlar hem geçmişte, hem de gelecekte yaşamak zorundadır.
- İnsanın evrende ulaşabileceği en yüksek şey, hayret etmektir ve eğer yakaladığı görüntü onu şaşırtıyorsa, memnun olmalıdır. Ona daha yüksek bir şey nasip olmaz ve bunun arkasında bir şey aramamalıdır. Çünkü sınır burasıdır.
- Yaşam yolunun sırlarını kimse açıklayamaz. Her yolcunun tökezlemesi gereken taşlar vardır.
- Dünyada aslında hep vedalaşma vardır.
- Bütün insanlar umutlarında yanılır, beklentilerinde aldanır.
- İnsan hayata yaranmaya çalışır, ama hayat ona yaranmaya çalışmaz.
- Yaşlandıkça hayatımı hep eksikliklerle dolu görüyorum, oysa başkaları onu bir bütün sayıp zevk alma eğilimindeler.
- Kendimi tanırsam hemen kaçmam gerekir.
- Yaşamak demek, karşı koymak demektir.
- Bir insanın hayatı onun karakteridir.
- Yanlış bir adım, insanı zirveden aşağı yuvarlar.
- İsa bir daha gelmiş olsaydı, onu ikinci kez çarmıha gererlerdi.
- Duyular aldatmaz, aldatan hükümdür.
- İnsan konuşacaksa, söyleyecek bir şeyi olmalı.
- Kadın arkadaşlar iki sınıfa ayrılırlar: Uzaktan etkisi sürenler ve yanımızdayken bir şey ifade edenler.
- En güzel etki, iki benzer ruhun birbirine yaptığı etkidir.
- Yalnız sevdiğimiz kimseden öğrenebiliriz.
- Aşk ve yoksulluk en iyi öğretmenlerdir.
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Sigara Molası
Yazmak
nefes alıp vermek kadar doğal aslında.
İnsanı alt üst eden duyguları susturmak güç.
Yaşamın gerçekleri
yalnızca düşündürmüyor
acı tohumlar bırakıyor insanın kucağına .
Soğuk günlerden sonra yeni mevsimin etkisindeyim. Güzellik ve ilham dolu ağaçlara bakıyorum. Sen çöllerinde, ben çöllerimde. Başım dönüyor.
Bulutların buluşmasını izliyorum. Gözlerinden gözlerime süzülen koyu bir hüzün ve hızla çoğalan sabah ışımaları gibi ruhumu kaplayan yalnızlık. Tırmanabildiğim dağlara işaretler bıraktığım için kendimi kendimle ödüllendirmek istiyorum.
Ağlamadan uçabilen, doğadaki yolunu sorgulayan bir insanın; hayatın gerçek amacını, evrenleri doğuran büyük patlamanın gerekliliğini, beyninin tamamını neden çalıştıramadığını, hayatın neden şiir gibi yaşanmadığını çözmesi mümkün değil. Hayatın dayanaklarını, çıkış noktalarını algılaması mümkün değil. Fakat insanda üretim ve gelişme zorunlu.
Eksiklerim nedeniyle üzülüyorum. Okumam gereken kitaplar, tanımam gereken insanlar, kuluçkada gibi kafamda dizilen, henüz filizlenmemiş kompozisyonlar. Zamanından önce saygısızca ortaya çıkıyorlar: Bir odayı boğan fazla mobilyalar, bir tahtayı inciten fazla çiviler gibi.
Şair Ahmet Telli: Su Çürüdü diyor. Çok keskin bir saptama. Değerlerde yozlaşma yaşandığını vurgulamak istediğini sanıyorum. Kendisine soramadım. Nazım Hikmet’de diyor ki: En güzel günlerimiz, henüz yaşamadıklarımız. En güzel çocuk henüz büyümedi.
İnsan denen varlık: Doğanın baskısında ve kendi anatomisinin uygulayıcısı. Tüm canlılar sürüngen. Olanakları iyi değerlendirerek zamandan intikam almak mümkün. Felsefede geçiyor; Ruhum mümkün olanı tüket demiş bir düşünür. Yolumda ışık olacak doğru bilgilerin ortalıkta fazla görünmediklerini biliyorum. Yaşayarak öğrenmek, başkalarından dinlemekten ve kitaplardan okumaktan daha yararlı. Gece bastırdığında uç hayallerim de canlanıyor. Bin yıl uyumalı, sonra uyanmalı. Tehlikeli elbette. Sevdiğin hiç bir şey kalmamış ortada, bütün sistemler değişmiş.
Uzmanlara göre; uyumanın başlıca fonksiyonu, yorgun kasları dinlendirmekten çok, düş görmeyi sağlamakmış
( bilinçaltının rahatlatılması olayı ).
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Arşivden Seçmeler
GECE MÜZİĞİ
Gün ağardı
pencereler açık
rüzgar, az gelişmiş canlı gibi saldırgan
doğru ve derin nefesler alarak düşünmeyi sürdürüyorum
şimdi her şeyi anladım diyebileceğim bir varış noktasının yokluğu
sıkıntı verici
rahatsız edici şeyler yine olacak
sorularım yine yanıtsız kalacak
dünya kalemin ucunda ama
yalnızlık hala yörüngede, çırılçıplak .
SAF IŞIK
Güneş çok güzel
meleklerin arasında
güzelliğini kaybetmek gibi bir kaygı taşımıyor
okşadığında
ne kadar da berraklaşıyor her şey
anında fark ediliyor dağların doğru sularda yüzmesi .
YOLCULUK
Gülümseyen mor bulutların altındayım
kemirgenler ülkesinde bir çalkantı
sabahlar, akşamlar nereye gidiyorlar
soramıyorum ?
üzerimde bir tuhaflık
kırık dökük yürüyorum .
ÜÇ BEYAZ AĞAÇ
ağaçlar çok mutlu olmalılar
öfkeli oduncuların egemenliğinde
ağaç olarak kalabilmişler
gölgelerinde çözmüşler gökyüzü yangınlarını
karmaşaları izlerken
özgürce düşünüp toprağı terletmişler
soğuk geceler uzağında ezilmiş onların
ağaçlar da ağaç
zaman tutsağı değil
yalnızlığım uyanıyor
yapraklarına dökülüyorum
uçarken yolumu uzatıyorum bu anıtlar üzerinden
yeniden doğuyorum böylece .
YANIK KOKUSU
Gün beklerken
dün çıktı yumurtalardan
taş kitaplar yazamadım
sonbahar bitkin
parçalandım işe yaramadı
öldüm işe yaramadı
yıldızlarım doğdu
kara deliklerden habersiz
işkencelerde mavi mutluluk bitkileri
koşarken uçmak
yaşarken sevmek
loş ışıklarda çocukluğumla kucaklaştım
sabahlar soyulmadan
izin verdim kaçmasına
kalın giysi gibi taşıyamaz kirli havaları
taşıyamaz
ormanlar soğuk bugün
ölülerse unutkan
yağmurlu içkiler içiliyor
inanılmaz acıklı kıvrımlarında yaşamın
her yer yanıyor
her yer .
UYARI
Sen
sensin
ben değilsin ki
düşündüklerimi düşün
hissettiklerimi hisset .
yorgunsun
unutma
tökezlersen
asla toparlanmana izin vermeyecekler .
Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
Şiirler izinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
TEŞEKKÜR EDERİM
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Yıkımcılar
Tarihe baktığımızda: Güç gösterilerini seven, yağmacılığı seven ve şiddeti çok benimseyen devletler ya da yönetimler görebiliriz. Roma İmparatorluğu, Moğollar, Persler, Naziler gibi.
Bugün dünya liderliğini elinde bulunduran Amerika’nın bütün uluslar arası kuralları bir tarafa iterek girdiği Irak’ta neler yaptığını biliyoruz. Masum insanların öldürülmesi bir yana, çok sayıda arkeolojik eser ve tarihi el yazması kitaplar çalınmış, yanmış durumda. Bombalardan tesadüfen kurtulan eserler, bu kez de yağmacıların elinden kurtulamamışlar.
Amerikan güçleri Bağdat’ta, öncelikle petrol ve içişleri bakanlığını kontrol altına almışlar, ülkenin diğer kurumlarının tahrip edilmesine, talan edilmesine göz yummuşlardı. Irak için: Bu ülkeye barış, demokrasi ve uygarlık getireceğiz diyorlardı televizyonlardan. Sanki onların görevi. Sanki onların sorumluluğu.
Irak Milli Müzesinde, uygarlığın beşiği kabul edilen Mezopotamya dönemlerine ait yaklaşık 150 bin değerli eserin çoğu kayıp, kalanlar da kırık dökük durumdaymış. Milli Kütüphanede: Aralarında Osmanlı dönemine ait eserlerin de bulunduğu binlerce el yazması yok olmuş. Bunların zaman içinde, kademeli olarak British Museum’a aktarılacağı sanılıyormuş. Aynı müzenin daha önce Irak’tan çalındığı kanıtlanan bazı eserleri geri vermeyi reddettiğini gazetelerden okumuştum.
Bir devletin kültürünü yağmalamak, yazılı bilgilerini imha ederek tarihsizleştirmek, büyük vahşet örneği. Irak Tarihi Eserler Kurulu Araştırma Direktörü Donny George diyor ki: Bağdat Müzesinde olup bitenler yüzyılın suçudur. İnsanlığın ortak mirası kısa süre içinde talan edildi. Fuzuli’nin meşhur Leyla ile Mecnun eserinin ilk baskılarından biri de kaybolmuş …
Sanat eserleri, bir halkın, bir toplumun zekasını, yeteneğini ve dolayısıyla gururunu temsil eder. Kültür varlıklarının, askeri hedef olmalarının bir yığın acı örneği var. 1990 yılında, Bosna kenti karışıklık yaşarken, Sırp güçleri top ateşiyle 600 yıllık tarihi kütüphane binasını hedef almışlardı.
Irak’ta görev yapan ABD askerlerinin, yanlarında savaş hatırası şeyler götürmeleri yasaklanmış ( bu yasak kağıt üzerinde kalabilir ). Askerler saplantı derecesinde: Irak kentlerinden söktükleri cadde ve sokak tabelalarını, trafik levhalarını, Irak ordusu üniformalarını, Saddam motifli otomatik silahları, kendi savaş gemilerine taşımaya çalışıyorlarmış. Fakat ilke olarak, subay ve diplomatların bavulları, çantaları aranmayacakmış. Belki de bu çantalarda: Kaybolan Hamurabi Kanunları, 4500 yıllık heykeller, büstler, vazolar taşınacak. Neden olmasın ?
Irak’ta yıkılan camilerin, tarihi binaların ne zaman, nasıl onarılacağı henüz bilinmiyor. Bizim Kültür Bakanlığımızın verdiği bilgilere göre: Orada 167 adet Osmanlı eseri varmış ( bina olarak ).
Amerika’nın sunacağı, yeniden imar planı çerçevesinde, Bağdat’a cam ve çelikten modern alışveriş merkezleri yapılması düşünülüyormuş. Bu arada kaçırılan tarihi eserlerin Berlin’de, New York’ta, Londra’da ortaya çıkması bekleniyormuş.
Dünyada güvenilen tek kurum olarak bilinen fakat güvenilirliği hep tartışılan Birleşmiş Milletler Örgütü, 26 Kasım 1968 ’de oy birliğiyle bir karar almış ( bütün dünyayı bağlayan, uluslar arası Nürenberg Suçları Anlaşması ). Anlaşmanın içinde: İnsanlığa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve kültürel soykırım var. Bugün yağma suçu işleyenlerin yargılanmalarını beklemek biraz iyimserlik olur.
Uygarlığın beşiği, uygar olmayanlarca bataklığa dönüştürüldü. En eski yazılar, en eski yasalar, en eski meclisler, en eski devletler o topraklardan çıkmış. Uygarlığın en eski kalıntıları da böylece çağdaş dinozorların ayakları altında kaldı.
Savaş başladığında, kimi yerli - cahil insanlar da, Saddam Hüseyin’in konutlarına dalıp göbek attılar, hasar gören resmi kurumlardan bilgisayar kasaları, döner koltuklar alıp götürdüler evlerine. Gülüyorlardı ağlanacak hallerine. Oysa birileri onların geleceklerini çalıyordu.
Geçmişe bakıldığında: Utanç belgeleri bütün sevimsizliğiyle insanı tırmalıyor.
İkinci Dünya Savaşı sonunda, Almanya tarafından gerçekleştirilen cinayetlerin genellikle birkaç fanatik Nazi Kurmayının eseri olduğuna inanılıyordu. Nürenberg duruşmalarının tutanakları: Sadece Krupp ve I.G. Farben adlı kimya devleri değil, dışarıdan çok insancıl ve kendi halinde bir beyefendi gibi görünen iş adamlarının ve birçok girişim sahibinin de, dönemin iğrenç işlerine katılmış olduklarını ortaya koydu. Ölüm odalarını kurmak ve öldürücü mavi kristal siparişlerini alabilmek için, iş adamları arasında müthiş bir rekabet oluşmuş. Polonya’nın işgalinden sonra kurulan Auschwitz’deki krematoryum ( insan yakma fırını ) ihalesini, ısıtma cihazları üreten I.A. Topf ve oğulları adında bir firma kazanmış.
Alman özel girişimcileri, en iyi malzemeyle ve en iyi işçilikle geceli gündüzlü çalışıyorlar, yine de cesetlerin yakıldığı kampların taleplerine yetişemiyorlarmış. Auschwitz’de 24 saatte 6.000 cesedin yakılması gerekiyor. 1943 yılı yaz mevsiminde, 40 gün içinde bu kampta yaklaşık 300.000 Macaristan Yahudisi öldürülmüş. Gaz odalarından beklenen hız ve verim alınamadığında, Einsatzkommando denilen yöntemle toplu halde kurşuna dizme işlemi uygulanmış. Öldürülenler önce kazılan çukurlara dolduruluyor, sonra benzin dökülerek yakılıyor, sonra da üstlerinden buldozer geçiriliyormuş.
Cesetler yakılıyor ama dişlerden toplanan altınlar eritiliyor ve diğer değerli eşyalarla birlikte Reichsbank’a gönderiliyor. Banka gizli bir anlaşma gereği, Naziler adına bunları saklıyor. Yağma malları arasında, yalnızca dişlerden çıkarılan altınlar değil, bilezikler, yüzükler, altın saatler, küpeler, altın gözlük çerçeveleri de bulunuyor. Çünkü Yahudilere, yeni yerleşim bölgelerine giderlerken, değerli eşyalarını da yanlarına almaları söyleniyor. Böylece Reichsbank’ta, dağ gibi mücevher, elmas, gümüş ve tomar tomar paralar birikiyor.
Kamplarda acımasızca öldürülen ya da ölüme terkedilen insanlar şunlar: Aydınlar, yurtseverler, katolikler, merkezciler, yahudiler, sosyal demokratlar, komünistler, Hitler’le çatışan bilim adamları, direnişçiler, fiziksel - zihinsel engelliler ve savaş esirleri.
Adolf Hitler’in ideolojisi insanlığı ikiye ayırıyor: Üstün ırklar ve aşağı ırklar. Hitler, eşine güç rastlanan iktidar hırsıyla yanıp tutuşan bir diktatör ve karmaşık bir kişiliği var. Yok etmeyi seviyor. Demokrasiyi olduğu kadar halk kitlelerini de aşağılıyor, hor görüyor. Genel seçimleri askıya alıyor. Çünkü gereksiz olduğunu düşünüyor. Diyor ki konuşmalarında: Parlamenter demokrasi, devletin çalışmasını engelleyen bir siyasal düzendir. Hukuk bir araçtır. Hukukun asla bir değeri yoktur. Bu nedenle hukuka saygı da, burjuva liberalizminin modası geçmiş hurafelerinden biridir. Çoğunluk, cehaleti değil, aynı zamanda korkaklığı da yansıtır. Yüz budala, bir akıllı insana eşit tutulamaz. Savaş zorunludur. Çünkü insanlık sürekli bir mücadele içinde büyüyebilir ve ilerleyebilir. Sürekli barış insanlığın mezarını hazırlar.
Bu sözler, kaba - otoriter bir gücü ve yağmacı bir zihniyeti anlamamıza yardımcı oluyor. Demokratik kurumlar, bireysel özgürlük ve insani değerler itilip, dışlanıyor. Tıpkı günümüzde Amerika’nın geri kalmış ülkelerde uyguladığı gibi.
Şair Hüseyin EVCİL
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Duraklama Devri
Ülkemizin problemleri sadece bir iki konuyla sınırlı değil. Bugün her alanda, çözümü daha da zorlaşan olumsuzluklar görülüyor. Az gelişmişlik, üretimsizlik, tüketim çılgınlığı, aile yapısında çatlamalar, işsizlik ve yoksulluk katlanmış durumda. Çeteleşmeler, yolsuzluklar önlenemiyor. Terör zaten önlenemiyor.
Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, 5 Kasım 1925 ’te Ankara Hukuk Mektebinin açılışında konuşurken şöyle diyor: En büyük ve en sinsi düşman, çürümüş hukuk ve dermansız izleyicilerdir. Atatürk’ün yine 1934 yılında söylediği: Uysal halk kitlesi, yanlış ve köstekleyici alışkanlıklar sonucu bir takım güçlerin tekelci vesayeti altına sürüklenebiliyorsa, bu kitle adına ulusal iradeyi temsil eden aydınlar harekete geçerler. Çünkü temel amaç, Türk ulusunun bağımsızlığı ve halkın mutluluğudur.
Yurtsever insanların hiç uyumaması gereken bir döneme girdik. Çünkü geldiğimiz nokta, uçurumun kenarı. Küresel canavarların çemberinde bekliyoruz. Egemenler, çizdikleri yeni dünya haritalarının kabulü için uğraşıyorlar.
12 Ocak 2007 tarihli bir gazetenin ön sayfasında: Dışişleri Bakanlığımızın görüşleri dikkatimi çekti. Haberde şöyle deniyor: Türkiye’nin birinci sorunu, Türkiye’ye yönelik en büyük tehdit: Hiç kuşkusuz ve tartışmasız Irak’tır. Bütün bölgeyi etkileyecek çok önemli gelişmeler oluyor. Bu gelişmelerin büyük bölümü kontrolsüz. Amerika orada olanları anlamakta zorlandı. Neyse ki şimdi bizim söylediklerimize daha fazla kulak asmaya, bizi daha çok dinlemeye başladılar. Orada neler olacağı çok önemli. Büyük sorunlar doğabilir. Türkiye sınır problemleri yaşayabilir. Bunları dünya yaşadı. Bir sabah kalktılar ki, sınırları değişmiş. Sürekli bu meseleyi ele alıyoruz.
Amerika’nın, bizim ya da başkalarının düşünceleriyle değil, yalnızca kendi planları doğrultusunda hareket ettiğini yeryüzünde bilmeyen kalmadı. Uzaydaki uydulardan her şeyi duyanların, her şeyi görenlerin bizim bu gibi küçük yorumlarımızı ciddiye almalarını düşünemeyiz. Sınırların değiştirilmesi dışarıda çok konuşulur oldu. Yaklaşan tehlikeyi içimizde tekrarlamak yerine, acilen tedbirlerimizi almalıyız. Fakat biz her dönemde, emperyalizmin tuzaklarına düşmüş, barış maskesi takanların dostluğuna inanmış, onların sevmediklerini sevmemiş, çağrıldığımız yere koşarak gitmiş insanlarız. Dedelerimizin kemiklerini çok sızlattık.
Atatürk, 24 Ekim 1919’da Sivas’tan Ankara’ya gelirken Kırşehir’lilere, kuruluşuna çok önem, çok emek verdiği meclis konusunda görüşlerini açıklıyor. Diyor ki: Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun hayatına giderilmesi mümkün olmayan zararlar verebilir.
Ulusların parçalanmalarıyla, sınırlarının değiştirilmesiyle ilgili yapılan açıklamalar moral bozucu. Buralarda neler yapmak istediğini yıllar öncesinden söyledi. Sadece söylemekle kalmadı, saygısız eylemlerde bulundu. Çekiç Gücün denetimiyle, Doğu ve Güney Doğu Anadolu Bölgemizin her milimetre karesini kendi bilgisayarlarına aktardılar. PKK’yı destekleyip yaşattılar, daha da yaşatabilirler. 31 Mayıs 1999 yılında yargılanan, batılı ülkeler tarafından kullanıldığını itiraf eden Öcalan ilk duruşmada: Türkiye’de, 1993 yılından bu yana, 1925 yılında başlatılan süreç gündemdedir. Bugünkü durum Musul ve Kerkük’ün kaybedildiği 1925 ’ten daha tehlikeli ve derindir dedi.
Atatürk’ü arıyoruz. Toplumsal yaşamımızda eskimiş şeyleri söküp atmış, kendi gücümüze dayanarak gelişmeyi benimsemiş, kalkınmamız için dış sermaye, dış finans kurumları ile işbirliğinden özellikle kaçınmıştı. Fakat ölümünden sonra gelen bütün yöneticiler, ne yazık ki dış desteği kurtuluş sayan, ulusal çıkarlarımızdan ödünler veren, yaptıkları işlerin doğruluğuna inanan ve halkı da inandırmaya çalışan insanlar oldular.
Kredi denilen şey: Paranın, ağır koşullara bağlı biçimde aktarıldığı ve üzerinde nerede, nasıl kullanılacağı yazılı bir mesajdır ( yangının benzinle söndürülmesi yöntemi ).
Dün cephelerde çarpışarak geri aldığımız topraklarımızın, yabancılara tapu karşılığı satılması da tartışılacak önemli konulardan biri.
Şair Hüseyin Evcil
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler
İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Yerdeki Işıklar
Her insan, aydınlanmayla ilgili, kişisel ifade biçimleri, özgün anlayışlar ortaya koyabilir. Çünkü her insan, değişik etkiler altında, değişik boyutlardaki pencerelerden bakıyor. Görüyor ya da göremiyor.
Kimileri, derin kuyunun içinde mutlu olduğunu sanıyor ve o bulunduğu noktayı aydınlanmış kabul ediyor. Kimileri, gelen ışıktan çok rahatsız. Kimileri, aydın kimliği altında vatan hainliği yapıyor. Kalemini satanlar, geçmişine tecavüz edenler, maddi kazançlar uğruna ruhunu terk edenler.
Yukarıdan bakmayı seven, çevresindeki yoksulları görmezden gelip sürekli ülkenin yoksulluğunu anlatmaktan hoşlanan, makyajlı, klasik ezbercilere tanık oluyoruz zaman zaman. Devletin hastalıklarını, toplumun kurtuluşunu, içki masalarında, müzik eşliğinde belirlemeyi seviyorlar. Farklılık kabul ediyorlar bu alışkanlıklarını.
Bir kandırmacadır gidiyor, büyük güneşi izlemek adına.
Duyarlı insanlara da üzülmek düşüyor.
AYDIN İNSAN KİME DENİR ( özetle )
Doğmatik duygulardan kurtulmuş ya da kalıtsal olarak bu yapıda olmayan,
kendisi uygulasa da uygulamasa da yeniliklere açık olan,
bir sorunun nedenlerini araştıran,
bilgi toplayan,
öğrendiklerini çevresine yaymaya çalışan,
düşüncelerini her koşulda özgürce savunan,
baskıcı ve çıkarcı idari sistemlere uygarca ve cesurca karşı koyabilen,
erdemlerden yoksun egemen güçlere direnebilen,
toplumun çıkarları için kendi çıkarlarından ödün verebilen,
keşfettiği kaynaklardan edindiği bilgilerle doğru varsayımlar oluşturarak yargıda bulunabilen,
yeni bilgilerin ışığında, kazanmış olduğu eski ya da yanlış düşüncelerini, tavırlarını değiştirebilen,
insanların psikolojik özelliklerine, iç dünyalarına, duygularına ve özel yaşam biçimlerine hoşgörülü yaklaşabilen,
doğadaki tüm varlıkların fiziksel ve ruhsal alanlarını incitmeksizin onlarla sıcak diyaloglar kurabilen insan: Aydındır.
TYRANNOS Edebi Ürünler
-
KULE GÜNLÜĞÜ / Süleyman Demirel ’in Geçmişteki Sözleri
Eski Cumhurbaşkanı ve Politikacı
- Türkiye bir hukuk devletidir. Kanunlar neyi emrediyorsa, gereği yapılır.
Binaenaleyh, vicdanı hür hakimlerimiz - savcılarımız vardır. Suç işleyen eninde sonunda cezasını bulacaktır.
Binaenaleyh, kimsenin kimseye karşı bir imtiyazı söz konusu edilemez.
- Bana, sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz
( gazetecilerin ısrarlı soruları karşısında )
- Bir enkaz devraldık.
- Hiç kimse, devletin kör bir kuruşu için bile bana hesap soramaz.
- Sayın Ecevit petrolü bıraktı da biz içtik mi ?
- O direkleri siz mi diktiniz, o telleri siz mi çektiniz ? GAP’ı gaptırmam arkadaş.
- İndireceğiz, hesap soracağız, hesap ...
( dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal ’ı kastederek )
- Güçlü Türkiye, kendi ayakları üzerinde durabilen Türkiye mutlaka yaratılacaktır.
- Herkesin iki anahtarı olacak.
- Benim çiftçim, benim köylüm …
- Dün dündür, bugün bugündür.
- O konulara girmem, şapkamı alır, kır atıma biner giderim.
- Kendim için bir şey istiyorsam namerdim.
- Var mı başka izah tarzı ?
- Yollar yürümekle aşınmaz .
Binaenaleyh, Türk insanı yol almıştır.
- Milli gelirimiz, kanal sayımız artmıştır.
- Ferah, hür ve aydınlık Türkiye için hepimiz el birliğiyle omuz omuza olmalıyız .
-
Sevgili Agamennon öncelikle hoşgeldiniz.Hepsi birbirinden güzel ve bilgilendirici mesajlarınız için teşekkürederiz.Hepsini tek tek okudum hepside çok güzeldi.paylaşımınızın devam etmesi dilegiyle.Saygılarımla...
-
Sayın site yönetimi ve değerli dostlar
Merhaba
İlginize teşekkür ederim
Felsefi ve toplumsal konularda düşüncelerinize hitap etmekle
kendimi mutlu hissettim
Sitede şu an ( KULE GÜNLÜĞÜ Başlığı altında ) bir miktar kompozisyonum bulunmakta.
Yaklaşık 25 yıldır düşünmeye, üretmeye çalışıyorum.
Devletimiz üst kademesinde,
Türk Cumhuriyetlerinde ve sanat çevrelerinde referanslarım mevcuttur.
Buraya çok saf düşüncelerle, paylaşmak için geldim
Her şey gönlünüzce olsun diyorum. Selamlar - sevgiler
Yolunuz düşerse bir gün, çay ve kurabiye ikram edebilirim
Hüseyin
-
Re: Sayın site yönetimi ve değerli dostlar
Alıntı:
Agamennon Nickli Üyeden Alıntı
Merhaba
İlginize teşekkür ederim
Felsefi ve toplumsal konularda düşüncelerinize hitap etmekle
kendimi mutlu hissettim
Sitede şu an ( KULE GÜNLÜĞÜ Başlığı altında ) bir miktar kompozisyonum bulunmakta.
Yaklaşık 25 yıldır düşünmeye, üretmeye çalışıyorum.
Devletimiz üst kademesinde,
Türk Cumhuriyetlerinde ve sanat çevrelerinde referanslarım mevcuttur.
Buraya çok saf düşüncelerle, paylaşmak için geldim
Her şey gönlünüzce olsun diyorum. Selamlar - sevgiler
Yolunuz düşerse bir gün, çay ve kurabiye ikram edebilirim
Hüseyin
Asıl biz teşekkürederiz böyle güzel yazıları bizlerle paylaştıgınız için.Başlık neden KULE GÜNLÜĞÜ ?
-
Yanıt
Sevgili MyStrey merhaba
Yıllardır kullandığım bir başlık üzerinde konuşmak isterim senin hatırın için ama bu başlığın ne anlama gelebileceğini mutlaka sen de bulabilirsin.
Aslında çok basit. Demek ki ruhumun yaşadığı ve etrafı gözetlediği bir kule var.
Orada üretiyorum
Orada ölüyorum
Oradan ulaşıyorum yıldızlara .
Teşekkür ederim
Sevgilerimi kabul et
Her şey gönlünce olsun
Hüseyin
-
Teşekkürederim açıklama için.
-
RİCA EDERİM
En kısa zamanda en içten duygularla yine burada buluşmak ve paylaşmak üzere selamlar
Bu gece kafamdaki bir iki düşünceyi yazacağım
Başlığı: Hüküm Süren Hastalıklar
Toplumda o kadar çok hastalık var ki kaçıp gidesim geliyor bazen
Dostlukla - Sağlıkla kal
GÜNÜ GÜZEL YAŞA