Hiç şüphe yok ki, bu hane, yeryüzünde gelmiş-geçmiş ve gelecek hanelerin, kurulacak yuvaların en mesudu, en bahtiyarı ve en bereketlisiydi. O’nun hânesinde her zaman burcu burcu saadet kokardı. Belki bu hâne, maddî imkânlar yönünden, dünyanın en fakir hanelerinden biriydi; çünkü aylar ve aylar geçerdi de bu hânede bir çorba bile kaynamazdı. Hanımlarına düşen yer ise sadece başlarını sokabilecekleri küçük birer oda veya daracık birer kulübeden ibaretti. Bu bahtiyar kadınlar, Allah Resûlü’yle haftada ancak bir-iki saat beraber olmayı, dünyanın her şeyine tercih ediyorlardı.. mutluydular, huzurluydular ve son derece mesuddular.

O’nun evlatlarının hepsi, kendisinden evvel vefat etmişti. O’ndan sonraya kalan sadece Hz. Fâtıma’ydı, o da, hayatını hep sıkıntı içinde geçiriyordu. Yani Allah Resûlü ona da müreffeh bir hayat hazırlamış değildi. Ancak, gerek hanımları gerek O’nun gönül meyvesi bu kızı, O’nu delice seviyor ve her şeyden, herkesten aziz tutuyorlardı. Allah Resûlü’nün onların kalplerinde tasavvurlar üstü mümtaz bir yeri vardı.

Babası vefat edince Hz. Fâtıma, günlerce kanlı göz yaşlarıyla cihanı ağlatmış ve yürekleri parçalayan mersiyeler söyleyip durmuştu. Zaten O’nun ayrılığına, o da, ancak altı ay dayanabilmiş, derken ardından babasının yanına, hem de büyük bir sevinçle göç edivermişti. Hiçbir evlat, Hz. Fâtıma kadar babasını sevmemiştir. Hiçbir baba da Allah Resûlü’nün -tabiî dengeli olarak- evlatlarını O’nun sevdiği kadar sevmemiştir. O’nun hanımlarıyla olan durumunu da aynı şekilde ifade etmek mümkündür. Hiçbir kadın, Allah Resûlü’nün hanımlarının, O’nu sevdiği kadar kocasını sevmemiş ve hiçbir koca da hanımları tarafından, Allah Resûlü kadar sevilmemiştir. O’nun etrafında teşekkül eden, bu en yakın dairedeki sevgi hâlesinin elbette bir sebebi vardı. Allah Resûlü, eli altında bulunanlara uyguladığı terbiye usûlüyle onların kalplerinde, sonsuz bir alâka ve bağlılık hâsıl etmiştir. Sonra bu bağlılık, bu en küçük daireden başlayarak dalga dalga genişlemiş ve âdeta bütün cihanı kuşatmıştır. İşte, bu da O’nun fetanetinin ayrı bir buududur!

Düşünün ki, Allah Resûlü vefat ettiği zaman, hanımlarının bütününe bile tek bir hâne bırakmamıştı. Hayat boyu hep daracık odalarda yaşamışlardı ve işte onlara bu odalar kalmıştı. Meğazî yazarları, sağıp sütünden istifade edecekleri birer de keçi tevarus ettiklerini söylerler. Kâinat, kendisi için yaratılmış olan İki Cihan Serveri, hanımlarına, sadece bunları temin edebilmiş ve onları işte böyle bir fakr u zaruret içinde bırakıp öyle irtihal etmişti. Ancak hanımlarından hiçbiri, hayatının hiçbir döneminde bu durumundan şikayeti işmam eder tek kelime söylememişlerdi. Bir aralık, bir-ikisinin kafasına böyle bir şey geldi ise de Kur’ân’ın ikazıyla hemen zâil oldu.

Hz. Ebu Bekir onlara beytülmâlden bir şeyler veriyor onlar da bu verilenle iktifâ ediyorlardı. Verilen de öyle âhım-şahım bir şey değil, sıradan herkese verilen miktar kadardı. Evet, Ebu Bekir onları, ilk İslâm’a girenler seviyesinde dahi kayırmamış ve ilklere verdiği ölçünün çok altında, o mübarek hanımlara küçük bir maaş bağlamıştı. O, böyle amel etmişti; zira içtihadı bu merkezdeydi. Ancak Hz. Ömer halife olunca, Allah Resûlü’nün hanımlarına birinci dereceden maaş bağladı. O’na göre peygamber hanımları sene itibarıyla ilk İslâm’a girenlerden olmasalar bile, Allah Resûlü’ne en yakın olduklarından ve kıyamete kadar mü’minlerin anaları sayıldıklarından Sabikun-u Evvelûn’a dahil edilmeliydiler. Hz. Ömer de böyle düşünmüş ve böyle içtihatta bulunmuştu. Ancak, bizim ısrarla üzerinde durmak istediğimiz husus bunlar değildir. Dönüp dönüp etrafında tahşidât yapmaya çalıştığımız biricik mesele, Allah Resûlü’nün terbiye adına hanımlarına kazandırdığı erişilmez seviye meselesidir. O nasıl bir terbiyecidir ki, beraberlikleri çok kısa sürmesine rağmen hanımlarının gönüllerine ve ruhuna öyle bir girmiştir ki, artık O’nun ötesinde hiçbir şey düşünemez olmuşlardır. Hâlbuki dünya adına onlara verdiği şey sadece yukarıda işaret ettiklerimizden ibarettir. Demek ki O’nda apayrı bir cazibe vardı.. ve bu câzibe ile âdeta çevresini büyülüyordu. İşte, bu durum da yine O’nun risaletinin ayrı bir yönünü dile getirmektedir.

Allah Resûlü’nün çok kadınla evlenmesinin, O’nun risaletine bakan apayrı bir delil olma keyfiyetini yeri gelince arzedeceğimizden, o meseleye şimdilik girmeyeceğiz. Ancak, burada şu kadar söyleyelim ki, Efendimiz’in mübarek hanesi, kadınlara ait hususların talim edildiği bir medrese durumunda idi. Efendimiz’in hususî durumları, hep o mahrem daire içinde öğreniliyor ve orada öğrenilenler de daha sonra ümmete naklediliyordu. Aile hayatına ait hükümlerin yüzde doksanı bize, Allah Resûlü’nün pâk zevceleri tarafından aktarılmıştır. Dolayısıyla, O’nun hânesinde, seviye ve durum itibarıyla muhtelif kadınların bulunması bir zarurettir. Allah Resûlü, sırf dinin hükümleri zayi olmasın diye, 53 yaşından sonra birçok kadınla evlenmeye göğüs germiş ve bir mânâda fedakârlık yapmıştır.

Evet, Allah Resûlü’nün hanesinde çok kadına ihtiyaç vardı. Zira, erkekler, her zaman mescitte oturup Efendimiz’i dinleyebiliyorlardı. Eğer birisi o günkü sohbetleri kaçırdıysa, arkadaşları bütünüyle onun bu noksanını telafi edebiliyor ve o gün konuşulanları aynen ona nakledebiliyorlardı. Fakat kadınlar, ekseriyet itibarıyla böyle bir mazhariyetten mahrum kalıyorlardı. Çünkü onların, her an Allah Resûlü’nü dinleme imkânları yoktu. Bu durumda kadınlara, hususiyle de kadınlığa ait meseleleri kim anlatacaktı? Allah Resûlü’nün hususi hayatını, tabiatıyla ilgili durumları, yatak odasında yaşadığı edep ve ahlâkı ümmete kim intikal ettirecekti? Acaba, dini, bütün prensipleri, bütün esas ve disiplinleriyle anlatıp intikal ettirmeye bir kadının gücü yeter miydi?

Beşeriyet itibarıyla, diğer kadınların maruz kaldıkları arazlara, onlar da maruz kalacaklarına göre, böyle hususi durumlarda, Efendimiz’e ait yeni bir hüküm bahismevzuu olduğunda, bir tek kadın buna nasıl güç yetirecekti? Hayır, bir kadın bütün bu durumları tek başına intikal ettirmeye gücü yetmez ve yetemez.

Onun için de, her zaman, Allah Resûlü’nün durumunu kollayıp bize aktaracak, O’nunla sürekli içli dışlı olacak çok kadına ihtiyaç vardı. Bu ihtiyaç asla, Efendimiz’in beşeriyetiyle alâkalı değildi. Tamamen dinî ihtiyaçtan kaynaklanan bir zaruretti. Allah Resûlü de böyle zaruretten dolayı böyle bir ağır yükün altına girmişti.

Bu kadınlar, kendi kavim ve kabilelerinin Allah Resûlü’ne, karabet bağıyla bağlanmalarına vesile oldukları gibi, yüzlerce, binlerce hadisin korunmasına da en büyük vasıta yine onlar olmuştu. Şunu kat’iyetle söylemeliyim ki, kadınlık âlemi, Allah Resûlü’nün hanımlarına çok şey borçludur. Bütün kadınlar, başlarını onların mübarek ayaklarının altına kaldırım taşı gibi sıralasalar, yine onların hakkını ödeyemezler; evet onların dine bu kadar hizmetleri olmuştur.

Demek oluyor ki, Allah Resûlü’nün onlarla evlenmesi, ne cismanî bir ihtiyaçtandı -çünkü Arabistan gibi sıcak bir yerde 53 yaşına gelmiş bir insanın çok kadınla evlenmeye ihtiyacı olduğu kat’iyen söylenemez- ne de hanımlarının O’nunla evlenmesi, O’nun cismaniyetiyle veya dünyalığıyla alâkalıydı. Zira O, insanların en fakiri olarak yaşıyordu. Hanımları da O’nun bu durumunu bilerek, O’na zevce olmaya talip idiler. Allah Resûlü, aynı zamanda, bunlar arasında adalet ve hakkaniyetle muamelede bulunuyor, herbirine ancak haftada bir uğrayabiliyordu. Fakat, evvel-âhir, bütün hanımları O’ndan bahsederken şöyle diyorlardı: “Allah Resûlü, insanların en güler yüzlüsü, hanımlarıyla en çok latife yapanıydı.”

Rica ederim, evinde uzun müddet yiyecek bulamayan, üzerlerine giydikleri elbiselerini de çok uzun müddet giymek zorunda kalan bu kadınlar, beşeriyetleri icabı, biraz hiddet göstermeli değil miydiler? Ama hayır. Onların, Allah Resûlü’ne karşı rıza ifade eden hareketlerinden başka bir şey bilmiyoruz. Tarih ve siyeri dikkatle tetkik edenlerin bana hak vereceklerini zannediyorum.

O, peygamberliğin ruhundaki mehabet ve vakara rağmen, hanımlarıyla latifeleşirdi. Onlarla kaynaşır, bütünleşir ve içli dışlı olurdu. Arada ince bir perde kalırdı ki, o da, Allah’la irtibatlı bulunmanın hasıl ettiği uhrevîlikdi, zira O, bir peygamberdi. Hanımları da her şeyden evvel O’nun ümmetiydiler...

O’nunla münasebet ve alâka boşluğunu doldurmak mümkün değildi. Zira O, bu yönüyle de müstesna idi. Hanımları da asla O’nsuz bir dünya düşünemiyorlardı. Ve düşünemezlerdi de.

Sevde Validemizle, daha Mekke’de iken nikah akdi yapılmıştı. Yani Allah Resûlü’nün ikinci hanımı Sevde, validemiz oluyordu. Ancak hangi mülâhaza ile bilemiyoruz, bir aralık Allah Resûlü, bu validemizi boşamak istedi. Kadın bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Ve hemen Allah Resûlü’nün huzuruna koştu. Hatta araya vasıtalar koydu ve yalvarırcasına şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Senden dünyalık hiçbir şey beklemiyorum. Bana ayırdığın bir günü de Aişe’ye verdim. İstersen ömür boyu benim hatırımı sormak için dahi yanıma uğrama. Ama ne olur beni nikahın altında bulunmaktan mahrum etme! Ben âhirete de Senin nikahlın olarak gitmek arzusundayım. Başkaca da hiçbir düşüncem yok.”[1] Onun bu arzusu Allah Resûlü tarafından kabul edildi ve Sevde Validemiz Ezvac-ı Tahirât’tan biri olarak kaldı.

İşte, Allah Resûlü, onların gönüllerinde böyle yer etmişti. Eğer onlardan birini boşamış olsaydı, şüphesiz o, başını O’nun eşiğine kor ve kıyamete kadar beklerdi.

Hz. Hafsa Validemiz’den bir rahatsızlık hissedince, “İsterse ona yol vereyim.” gibi bir ifade kullandı. Bu kadarcık ifade bile, Hz. Hafsa’nın kolunu kanadını kırmaya yetti. Araya girenler, Hz. Hafsa’nın, nasıl çok namaz kılan, oruç tutan bir insan olduğunu Allah Resûlü’ne anlata anlata bitiremiyorlardı. Bütün bu söz ve tavassutlardan sonra Allah Resûlü’ne yalvararak, Hafsa’yı boşamamasını istirham ettiler.[2] O da, bu en vefalı arkadaşının, en vefalı kerimesine, saadet hücresi sâkineliğini bir kere daha tescil etti.

Onlar, Allah Resûlü’nden ayrı kalmayı ölümden beter bir musibet olarak kabul ediyorlardı. Bu duyguda hemen bütün hanımları müşterekti.. ve hiçbiri farklı düşünmüyordu. Zira İki Cihan Serveri, onların gönüllerine sökülüp atılamayacak şekilde taht kurmuş, içlerine girmiş ve onlarla tam olarak bütünleşmişti. O mübarek, o yumuşak, o tabii, o fıtrî hayatını onlarla öyle paylaşmış idi ki, O’ndan ayrılmaları mümkün değildi. Şayet ayrılsalardı, havasız kalmış gibi öleceklerdi.

Doğrusu, O’nun vefatından sonra gördüğümüz manzara hasrettir, hicrandır ve hüzündür. Hz. Ebu Bekir ve Ömer, Allah Resûlü’nün hanımlarından her uğradıklarını hıçkıra hıçkıra ağlıyor bulmuşlardı.[3] Hatta onlar da oturup beraber ağlamışlardı ve bu ağlama onlarda âdeta bir hayat boyu devam etti. İşte Allah Resûlü, onlarda böyle silinmez iz ve çizgiler bırakmıştı. Belki beraberlikleri çok kısa sürmüştü ama, İki Cihan Serveri onlar için âdeta bir hayat kaynağı olmuştu. Zaten bizim anlatmak istediğimiz husus da budur. Evet, O’nun aile reisliği de yine Allah’ın Resûlü olduğu hakikatini haykırmaktadır.

Bir dönemde, beraber bulunduğu dokuz kadar hanımını, bir arada hem de ciddi hiçbir probleme meydan vermeden idare etmişti. O, işte bu kadar ince ve narin bir aile reisiydi.

Vefatından birkaç gün evvel: “Kul, Rabbiyle dünya arasında muhayyer bırakıldı. O, Rabbini seçti.” demişti. Fetanet insanı Ebu Bekir, bu sözü duyunca hıçkırıklarını tutamamış ve hüngür hüngür ağlamıştı.[4] Zira anlamıştı ki, o kul, bu sözü söyleyenin ta kendisiydi. Rahatsızlığı fazla sürmedi. Gün geçtikçe hastalığı şiddetleniyor ve şiddetli baş ağrılarıyla kıvrım kıvrım kıvranıyordu. İşte bu esnada dahi, hanımlarına karşı incelik ve nezaketini terketmedi. Hanımları arasında gezecek hali olmadığından bir odada kalmasına müsaade edilmesini talep etti. Bütün hanımları O’nun bu arzusuna “evet” dediler. Allah Resûlü de son günlerini Hz. Aişe’nin odasında geçirdi.[5] Evet, en ağır şartlar altında bile O, hanımlarının hak ve hukukuna riayetkâr davranıyordu. İşte O, böyle bir ruh insanıydı.