1 sonuçtan 1 ile 1 arası

Çağdaş Hikayeler - Serdar Yıldırım

  1. #1
    Senior Member
    Üyelik tarihi
    Jul 2013
    Mesajlar
    125

    Smile Çağdaş Hikayeler - Serdar Yıldırım

    KILAVUZU KARGA OLANLAR
    Küçük bir kasabada Şevket adında on iki yaşında bir çocuk yaşıyordu. Şevket bir gün evlerinin tavan arasındaki eski sandık içinde bir harita buldu. Haritada o kasaba ve civardaki köyler, kasabalar vardı. Hangi köyden veya kasabadan çıkarsan çık, yolun hep bir mağaraya varıyordu. Mağarada otuz metre ilerledikten sonra çeşitli galeriler, dehlizler ayrılıyor, fakat hangisine girersen gir yolun bir kapıya varıyordu. Altın kapıya…Eee, tabii canım, altın kapı da altından bir anahtarla açılıyordu. Altın anahtarla altın kapıyı açınca önüne boydan boya çimenlik, çiçeklik, yemyeşil, günlük güneşlik mutluluk vadisi çıkıyordu. Mutluluk vadisinde geziyordun, dolaşıyordun, ağaçlardan türlü meyveler yiyordun, pınardan su içiyordun ve canın ne zaman sıkılırsa, ne zaman istersen, geldiğin yoldan geriye dönüp evine, işine gidiyordun. Canın istediği zaman da yolu biliyorsun tekrar mutluluk vadisine geliyorsun.

    Haritanın kenarında yuvarlak içine alınmış bazı notlar var. İşte bu notlardan birinde, kılavuz olarak yanına mutlaka bir karga alman gerekir. Eğer yanına kılavuz karga almazsan dönüp dolaşıp evine döneceğin yazılı. Şevket, annesine, babasına durumu anlattı, haritayı gösterdi. Fakat onlar, kılavuzu karga olanın dediler, peh mutluluğun vadisi mi olurmuş, haritayı at sobaya yak dediler. Şevket mutluluk vadisine gitmek, orayı görmek istiyordu. Ertesi gün komşu çocukları Reşat ile Meserret’e haritayı gösterdi ve gelin arkadaşlar, mutluluk vadisine gidelim dedi. Reşat ile Meserret, Şevket’in bu güzel teklifini kabul edip yola çıktılar. Haritada yazıldığı üzere önce kılavuz kargayı bulacak ve karganın kılavuzluğunda mutluluk vadisine gideceklerdi. Şevket ortada, Reşat solunda, Meserret sağında kol kola girerek kararlı olarak yürüdüler.

    Şevket, Reşat ve Meserret kasabanın dışında büyük bir çınar gördüler. Çınar varsa üstünde sürüyle karga vardır, dediler. Üç arkadaş çınarın yanına gelip de kafalarını yukarı kaldırıp baktıklarında dalın birine oturmuş onlara bakan kargadan başka karga olmadığını gördüler, yani çınarda bir karga vardı. Şevket hemen toparlanıp şöyle dedi: “ Ah karga vah karga, biraz bana bak karga, diye dur sen gak karga, bizi peşine tak karga, mutluluk vadisine götür karga. İşte haritamız karga, mutluluk hakkımız sayın ve çok değerli karga. “

    Karga önce gak dedi, sonra gak gak dedi, sonra guk dedi. Sonra ne mi dedi? İşte dedikleri: “ Bakın ben palavrayı sevmem. Doğru oturur doğru konuşurum. Kendi zararıma bile olsa gerçekleri söylerim. Yalanı, talanı, alanı, çalanı, kıranı, bağıranı sevmem. Böylelerine mikroskopla baksam görmem, görmekte istemem. Yanlarına sokulmam. Hele hele kavga.. Benim adım karga ama ben kavgadan hoşlanmam. Şimdi siz söyleyin bakalım çocuklar, kavga eder misiniz? “ Şevket bir adım ileri çıktı. Tabii ederiz, dedi. Bunun üzerine karga: “ Nee, dedi, eder misiniz? “ Şevket: “ Tabii ederiz, dedi, biz kavgadan nefret ederiz. “

    Karga: “ Öyle söylesene çocuk, az daha yüreğime indirecektin. Çocuklar kavga etmezler diye biliyorum ben. Bir daha böyle şaka-şuka yapma. Şimdi, gelem yanına bakam da amanın haritaya, nerelerden gidip nerelerden geçesiniz. Varalım mutluluk vadisine amanın doldurun ceplerinize mutlulukları da dağıtıverin insanlara. Kalmasın beya, dünyada mutsuz insan. “

    Yolda giderken Şevket kargaya bu kılavuzluk işi için ne kadar para istediğini sordu. Yanında sadece 50 kuruşunun olduğunu, eğer evet derse iki de takla atacağını söyledi. Bunun üzerine karga, böyle bir şeyi söylememiş olarak kabul edeceğini, kendisinin şimdiye kadar paraya teslim olmadığını ve mutluluğun parayla satın alınamayacağını belirtti. “ Ben insanları çok iyi tanırım, Şevket. Onları yıllardır gözlemliyorum. Örneğin, sizin kasabada bakkala gidip, ver bakalım şuradan iki kilo mutluluk, diyen müşteri gördün mü? İyi niyet, başkalarının hakkına saygı ve kavgadan, gürültüden uzak kalmak, bunları bilmek ve uygulamak insanların mutlu olmalarını sağlayacaktır. “

    Daha sonra karga, Şevket, Reşat ve Meserret’i mutluluk vadisine götürdü. Ooh, ne güzeldi canım burası, çocuklar vardı, gençler, büyükler, yaşlılar vardı. Onlar neşe içinde, güle-oynaya vakit geçiriyorlardı. Aman da şunlara bakın kurtla kuzu elele, arkadaş olmuşlar. Aslan, ceylanla kardeş olmuş. Kuş, arı, kelebek dost olmuş, kaplan maymuna post olmuş. Var mı onların mutluluğunu gölgeleyecek bir fikir cücesi.



    AVCI MEHMET ‘İN KURŞUNU
    Avcı Mehmet gökyüzünde uçmakta olan bir şahin görünce tüfeğini doğrulttu, nişan aldı ve tetiğe bastı. Namludan fırlayan kurşun şahine yöneldi. Aradaki yüz metrelik uzaklığı bir çırpıda aşıp onun gövdesine saplanırdı, çünkü Avcı Mehmet hiç kaçırmazdı. Kurşun gözlerini açtı, şahini gördü, ona acıdı. Öyle ya neden durup dururken bir can alsındı. Neden durup dururken öldürmek ihtiyacı hissetsindi. Şahinin kendisine bir zararı dokunmamıştı.

    Çok hızlı uçuyordu canım bu şahin. Sanki birisi tarafından kovalanıyormuş gibi. Kurşun gözlerini şahinin gerisine kaydırdı. İşte o zaman bir kırlangıçla bir kartalın şahinin peşi sıra uçmakta olduklarını gördü. Kartal kırlangıcı kovalıyor olsa şahin kırlangıçtan niye kaçsındı? Kartal hem kırlangıcı hem de şahini kovalıyor olsa niye kırlangıçla şahin aynı hat üzerinde uçuyordu, biri bir yana diğeri öbür yana kaçar, böylelikle kartal sadece birini kovalamak zorunda kalırdı.
    Kurşun onların yarıştıklarını düşündü. Doğruydu bu. Aylarca süren seçmelerden sonra üç yüz civarındaki uçan yaratıktan en iyi dereceleri yapan on tanesi finale kalmıştı. Bugün yapılan final yarışmasıyla şampiyon belirlenecekti. Yüz kilometrelik yarışın yarıya yakın kısmını kırlangıç önde götürmesine karşın, şahine geçilmiş, yine de şahini geçmek için yoğun çaba sarf ediyordu. Yarış beş kilometre ilerdeki dağlarda son bulacaktı. Dağlarda binlerce uçan yaratık yarışın sonucunu merakla bekliyordu.

    Bırak şahin şampiyon olsun. O, ne zamandır bu yarışa hazırlanmıştı. Az sıkıntı çekmemişti bugün için, az ter dökmemişti bugün için, bu yarış için, birincilik için. Onu da sevenler var, onu da bekleyenler var. Ümitleri kırma. Şahine yol ver geçsin gitsin, şampiyon olsun. Kurşunun şahini gördükten sonra saniyenin onda biri kadar süren bocalaması aniden kesin kararlılığa dönüştü ve hedefine bir metre kala geniş bir kavis çizerek ilerdeki ağaçların arasına düştü. Yarışın sonunda, şahin birinci oldu. Kırlangıç ikinci, kartal üçüncü sırada yer aldı. Onlar birbirlerini tebrik etmeyi unutmadılar. Aylar sonra oralardan geçmekte olan izci gurubundaki bir çocuk izci kurşunu yerde görüp cebine attı. Evine döndüğünde kurşunu temizledi ve odasındaki komodinin içine koydu. Odaya her girişinde kurşunun sevgiyle gülümsediğini görüyordu. Kurşun iyilik yapmış, iyilik bulmuştu. Mutluydu.



    CANI SIKILAN FİL
    “ Karşı yoldan bir insan geliyor. Ama ne hızlı. Koşuyor mu? Hayır koşmuyor. Dur bakayım, bir şeye binmiş. Acaba o şeyin adı ne? Biraz hızlanıp yetişeyim şuna. “
    “ Hey, insan nasılsın? “
    “ İyiyim, sağ ol fil. Sen nasılsın? “
    “ Ben de iyiyim. Sen neyin üstündesin şimdi? “
    “ Bu mu? Bisiklet canım. İki tekerlekli bisiklet. “
    “ İki tekerlekli bisiklet mi? “
    “ Evet. “
    “ Hayatımda ilk defa görüyorum böyle bir şey. Herneyse. Ben sana ne soracaktım ya. Hah buldum. Canım çok sıkılıyor, ne yapayım? “
    “ Canın mı sıkılıyor? O zaman bisiklete bin, rahatlarsın. “
    “ Bisiklete mi bineyim? Beni taşımaz ki bisiklet. “
    “ Sen de taşıyanını bul. “
    “ Nerden bulayım? “
    “ Bul bir yerden. “
    “ Bulamazsam. “
    “ Bulamazsan, seni taşıyacak kocaman bir bisiklet yap. İşim acele, haydi, bana müsaade. “

    Adam bisikletle giderken, fil de, koşar adım ters yöne gitmeye başladı. Ama fil arada bir durup adamın arkasından baktı. Düşündü.
    “ İnsana canım sıkılıyor dedim, bisiklete bin dedi. Rahatlarmışım. Acaba canı sıkıldığı için mi bisiklete biniyor? Tüh, keşke sorsaydım. Şuna bak, ne hızlı gidiyor. Sahi iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyor, düşmüyor, hayret!..”
    Fil bisikletli adama yetişti:
    “ Şey, canın sıkıldığı için mi bisiklete biniyorsun? “
    “ Peşimden geleceğini anlamıştım. Sen çok meraklı bir filsin. Evet, canım sıkıldı, şöyle bir tur atayım dedim. Bisiklete binmek can sıkıntısına iyi gelir. Sana boşuna mı öğüt verdim? “
    “ Peki, iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyorsun? “
    “ Alışkanlık meselesi. Bine-ine alışıyor insan. Öğrenirken biraz zorlandım ama sonra alıştım. Şimdi basit geliyor. “
    “ Ben de alışabilir miyim dersin bisiklete binmeye? “
    “ Sen önce bir bisiklet sahibi ol, daha sonra bana o soruyu sor. “
    “ Bisiklet su üstünde gider mi? “
    “ Hayır, ne üstünde, ne altında gitmez. “
    “ Uçar mı? “
    “ Hayır uçmaz. “
    “ O zaman ne yapar? “
    “ Kaçar. “
    “ Nasıl? “
    “ İşte bak böyle. Sakın peşimden gelme.”
    Bisikletli adam, hızını artırıp uzaklaşıp giderken, fil, adamın arkasından bakakaldı.



    PALYAÇO NİHAT
    Bir palyaço varmış. Adı Nihat’mış. Sirkte sahneye çıkarmış. Kendine özgü konuşması ve hareketleriyle seyircilere neşeli dakikalar yaşatırmış. Palyaço Nihat sahne dışı yaşamında konuşkan biri değilmiş. İçine kapanıkmış, kendi halinde bir yaşam sürermiş. Mutsuzmuş palyaço, kederliymiş. İstermiş evi olsun, karısı, çocukları olsun, ama olmamış işte. Gençken tanıştığı kızlara bir türlü ısınamamış, çok istemesine karşın, evlenememiş.
    Palyaço sahneye çıkarken maske taktığı için arkadaşlarından bile onun palyaço olduğunu bilmeyenler varmış. Palyaço bazı arkadaşlarını seyirciler arasında görüyor ve onların kendisini alkışlamalarından mutluluk duyuyormuş. Ama o sahne dışı yaşam var ya yani normalde yaşanan hayat, halkın yüzde doksan sekizinin yaşadığı hayat, palyaçonun ilgisini çekiyormuş.

    “ Keşke bu işin içine girmeseydim, diye düşünüyormuş. Keşke palyaço olmasaydım. Neyine gerek senin palyaçoluk, neyine gerek senin sanatçılık. Herkes gibi yaşa, bırak palyaçoluğu. Sanki palyaçoluktan para kazanıyorsun, boş ver kazanmayı, bazen giydiğin elbiseler ve sahne dekoru için cebinden para ödüyorsun. Hani gündüz dükkâncılık yapmasan gece sirkte zaten sahneye çıkamazsın. Oradan kazandığın buraya aktarılıyor ki, palyaço başarılı oluyor. Yoksa her gece aynı elbiseyi giy, hep aynı dekor önünde oyun oyna, bırak alkışı seni seyretmeye gelecek seyirci bulamazsın. “

    Palyaço bir gün yakın arkadaşlarından birine bu düşüncesini açıklamış. Bunun üzerine Çetin şunları söylemiş: “ Sen sahne masrafının çoğunu kendi cebinden karşılamasan patron seni kovar. Dünya çapında palyaçosun, büyük sanatçısın ama nedeni bilinmez, patron seni mutlaka kıskanıyordur. İnan bana sahnede aldığın alkış azalınca en büyük darbeyi patron vuracaktır. Beline ilk tekmeyi patron indirecektir. Bak biz arkadaşız ama ben bile seni bazen kıskanıyorum. “
    “ Patronun bana ilk tekmeyi vurduğunu varsayalım. İkinci tekme senden mi gelecek? “
    “ Yok, be Nihat, benim sana tekme falan vuracağım yok. Patron da vuramaz, çünkü tekme vurmaya hazırlanırken kendini yerde bulur. Sen akıl almaz bir zekâya sahipsin, Nihat. Ondan bir saniye önce davranırsın. Palyaçoluğu bırakıp da zekânı köreltme. “

    Çetin’in sözleri palyaçoyu sevindirmişti. Maskesiz yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Yeni sahne dekoru yaptırmıştı. Borcu vardı. Para lazımdı. Acaba istese Çetin verir miydi?
    “ Çetin, paraya ihtiyacım var. Bana borç verir misin? “ diye sordu.

    Çetin cebinden bir tomar para çıkarıp palyaçoya verdi. Palyaço Nihat, Çetin’in verdiği parayı aldı. Sanata ve sanatçıya maddi ve manevi yönden destek olan iyi insanlar olmasa sanat da olmazdı, sanatçı da olmazdı. Palyaço Nihat, o gece sirkte sahneye çıkınca ön sırada oturanlardan birinin Çetin olduğunu gördü. Palyaço Nihat, sahnede takla atarken, komik şeyler anlatıp seyircileri güldürürken, Çetin’in oyunun sonlarına doğru hüngür hüngür ağladığını fark edemedi.



    İKİ PAMUK NİNE
    Üç katlı ahşap ev sokağın tam köşesindeydi. Gelip geçerken pencerenin birinde hep bir beyaz baş görürdüm. Bu beyaz baş dediğim, saçları kırlaşmış kadın başıydı. Bazen beyaz başlar ikileşirdi. Onlar herhalde seksenlik vardır diye düşünürdüm.
    Yıl 1945. Hakkı Paşa, paşa olup da Bursa’ya tayini çıkınca, üç katlı bir konak yaptırmış. Kızları Neveser ve Kevser o zamanlar birer genç kız, birer huri. Kızların güzelliği Bursa’yı aydınlatsın diye, Hakkı Paşa yalının 40 odasında 40’ar lamba yaktırırmış geceleri. Ne genç subaylar, ne genç hakimler istemişler Hakkı Paşa’dan kızlarını da kızlar, onun kaşı kalın, şunun gözü büyük, bunun boyu kısa diye evlenme tekliflerini kabul etmemişler.

    Kızların yaşı 30’u geçmiş, Hakkı Paşa öbür dünyaya göç etmiş, kalmışlar kızlar analarıyla birlikte paşa babalarının emekli maaşına. 40 odada yanan 40’ar lamba eder 1600 lambanın çoğu sönmüş. 40 odada 40 lamba yani her odada yanan bir lamba kalmış. Kızların yaşı 40’ı geçince, anaları vefat edince, kızlar şimdi oturdukları o tek odada tek lamba yakar olmuşlar. Geçen yıllar kızları yaşlandırmış, saçlarını kırlaştırmış, birbirleriyle hep eski günleri anar hale getirmiş. Şimdiye kadar hep iyilik düşünen, kimsenin kalbini kırmayan iki pamuk nine. Sizlerin hikâyesi dilden dile, gönülden gönüle dolaşacak. Bunu istemiyor muydunuz?



    AYLA İLE CADI MEMORY
    Ülkenin birinde Ayla adında güzel bir genç kız yaşıyordu. Ayla okul sıralarında fizik dersine büyük ilgi duyuyor ve bilim adamlarının teorilerini dikkatle okuyordu. Acaba bilim adamlarının aklına bu teoriler nasıl geliyordu? Hiçbir somut kanıta, elle tutulur, gözle görülür hiçbir dayanağa bağlı kalınmadan üretilen teoriler, bazen aynı bilim adamı tarafından, bazen başka bir bilim adamı tarafından fikir ve düşünce sistemleri en üst düzeylere çıkarılarak somutlaştırılıp insanlığa yararlı hale getiriliyordu. Örneğin, Jules Verne “ Aya Yolculuk “ adında bir roman yazacak ve insanlar bu romandaki teorilerin izinden giderek, Ay’a ilk yolculuğu gerçekleştirecekti.

    Ayla’nın kafasına Albert Einstein’ın “ İzafiyet Teorisi “ takılıyordu. Bir cisim Dünya’nın dönüş istikametinin ters yönünde Dünya’nın dönüş hızından daha hızlı giderse geçmişe dönmek mümkün olur. Aynı cisim aynı yönde daha hızlı giderse geleceğe gidilir. Ayla geçmişe dönmek ve bir prenses olmak istiyordu. Bunun için bir zaman makinesi yapması lazımdı. Çeşitli kitaplar okudu, türlü aletler, araçlar aldı. Planlar yaptı, şekiller çizdi. Aylarca uğraştı ve pek çok denemeden sonra zaman makinesini çalışır hale getirdi. Ayla daha sonra zaman makinesinin bilgisayarını 400 yıl öncesinin Avrupa’sına programladı. Bilgisayara tarihle ilgili bilgilerin girişi yapıldığı için, amaca uygun bir ülkeye ışınlandı.

    Ayla bilgisayarın seçtiği ülkede ilgiyle karşılandı. Kısa sürede adı herkes tarafından duyuldu. Gelecekten geldiğini söylemiş, başından geçenleri anlatmıştı. Olamaz gibiydi ama olmuş olmuştu. Hem genç kız arabalardan, uçaklardan, gemilerden bahsediyordu. Medeniyetin hayali bile güzeldi. Güzel olan bir şeye güzel değil diyemezdin. Güzellikle çirkinlik on kere yarışsalar dokuzunu güzellik kazanırdı. Kalan bir yarış berabere biterdi. Ayla penslerle arkadaş olmuştu. Genç adamlar onun etrafında birer pervaneydi. Prenslerin ilerici fikirleri destek görüyordu. Ayla 1997 yılından gelmiş, yaşadığı zamanı anlatıyordu ama prensler sonraki yıllara da fikir çubuklarını uzatıyorlar ve 2000’li, 3000’li yılları tahmin etmeye çalışıyorlardı.
    Prensleri sihirli aynasında devamlı olarak takip eden ve beş prense de aşık Cadı Memory, Ayla’dan hiç hoşlanmamıştı. Prensler, Cadı Memory’nin kendilerine aşık olduğunu biliyorlardı. O zaman, bu nasıl küstahlıktı. Cadı Memory, prensleri birer alabalık haline getirip, Ayla ile birlikte, geldiği zamana gönderdi. Ayla evine geri döndü. Beş alabalık ise, bahçeli bir çayhanenin kapalı kısmındaki havuzda yüzüp duruyordu.



    FAKİR BALIK
    Denizde bir balık varmış. Çok fakirmiş. İş arar bulamaz, avare gezermiş. Günlerden bir gün bu balık sahile uğramış. Demişler ki: “ Bak fakir balık, karşıki tepecikte varlık havuzu var. Oraya ulaşırsan zengin olursun. Fakir balık sahile çıkmış. Kumun üstünde takla atmış, debelenmiş, sonunda varlık havuzuna ulaşıp, suya atlamış. Havuza gelinceye kadar gösterdiği gayreti izleyen zengin balıklar fakir balığı coşkuyla karşılayıp çeşitli hediyeler vermişler. Bu hediyeler öyle çokmuş ki, artık fakir balık, zengin balık olmuş. Zengin balık ertesi günden itibaren gözlerini denize dikip bir fakir balığın havuza gelmesini beklemeye başlamış.

    Zengin balıklar isteseler ve yardım etseler dünyada bir tane fakir balık kalmaz. Bunun için tepecikteki havuzdan çıkıp denize ulaşmaları gerekir. Ama bunu hiç istemezler, çünkü fakir balıklardan gereksiz yere korkarlar. Bu korkuyu yendikleri takdirde mutlulukla kucaklaşacaklardır. Vakit henüz geç değildir. Zengin balıkların tepecikten ayrılıp denize doğru geldiklerini ve denizdeki fakir balıkların onları alkışladıklarını görür gibi oluyorum.



    DÖRT TAVŞANINI PAZARDA SATAN ÇOCUK
    Hasan geçen yıl dokuz yaşındaydı. Bir gün evlerinin arkasındaki bahçede bir tavşan gördü. Tavşan kaçmadı. Tavşanı sevdi, tutup kaldırmak istedi. Tavşan çok ağırdı, hem karnı şişti. Belli ki yakında yavrulayacaktı. Babası yoktu Hasan’ın. Beş yıl olmuştu, aralarından ayrılıp bu dünyada onları yalnız bırakışı. Anası evlere temizliğe gidiyor, öyle geçiniyorlardı. Aradan on beş gün geçti ki tavşan dört tane yavruladı. Bir ay sonra anne tavşan ortadan kayboldu. Hasan bir süre sonra anne tavşanı unuttu ve bütün sevgisini yavru tavşanlara verdi. Günler günleri, aylar ayları kovaladı. Artık yavru tavşanlar büyümüş, kocaman birer tavşan olmuşlardı.

    Günlerden bir gün annesi Hacer hanım şiddetli bir gribe yakalandı. Evde yorgan-döşek yatıyor, devamlı olarak doktor, ilaç diye sayıklıyordu. Doktor paraya gelirdi, ilaç parayla alınırdı. Kıyıda-köşede biraz paraları olsaydı, ama hiç paraları yoktu. Sağa-sola bakındı. Sandalye, masa,vazo, tabak, halı gibi eşyaları satsaydı, satsaydı ama eşyaların çoğu eskiydi, hem kim para verip alırdı. Nitekim yoldan geçen bir eskiciye masayla sandalyeyi satmaya kalkmış ama eskici para etmez onlar demişti.

    Annesinin hastalığının beşinci gününün gecesi, rüyasında kendisini evin bahçesinde otururken görüyordu. Tavşanlar da kafesteydi. Birden kafesin kapısı açıldı ve tavşanlar koşarak Hasan’ın yanına gelip, Hasan bizi sat, annen kurtulsun, dediler ve koşarak uzaklaşıp geri dönerek yanına gelip, Hasan bizi sat annen kurtulsun, dediler. Bu böyle birkaç dakika devam etti. Daha sonra uyanan Hasan sabaha kadar ağladı. Erkenden kalkan Hasan yüzünü yıkadı, elbiselerini giydi. Baktı öbür odada annesi hasta yatağında uyuyordu. Baygın gibiydi. Omuzlarını arkaya doğru gerdi, göğsünü kabarttı, başı dimdikti. Odasındaki büyükçe karton kutuyu aldı. Bahçeye çıktı. Kafesteki tavşanları kutuya koydu. Yolda yürürken hiç ağlamıyordu. O gece saatlerce ağladığı için göz pınarları kurumuştu.

    Pazar yerinde bir köşeye içinde dört tavşanın bulunduğu karton kutuyu bıraktı. Vakit erken diye ortalık tenhaydı. Geçen saatlerle birlikte tavşanlara müşteri çıkardı. Akşamüstü olmuştu, artık hava kararıyordu. Mecbur kaldığı için çok ucuza tavşanları bir adama sattı. Annesi evde ölümcül hastaydı, ilaç içmesi lazımdı. En yakın eczaneden, eczacıya durumu anlatıp, birkaç tane grip ilacı aldı. Parası kalmamıştı, doktor çağıramıyordu. Hızlı adımlarla eve doğru yöneldi. Eve vardığında annesinin soğumuş cesediyle karşılaştı.

    SON


    TOPAL ÖRDEK
    Doğduğunda ayakları sağlamdı. Arkadaşlarıyla birlikte derede yüzer, çimenlerde koşar, oynardı. Sevgi yüklüydü. Bir arkadaşı şakayla karışık hafiften vursa, karşılık vermez ama canı sıkılır, oyun oynuyorlarsa oyunla ilgisi kalmaz, uzaklaşıp giderdi. Yaşı büyüdükçe kendi de büyüdü, boy attı. Onun bu iyi niyetli, temiz yürekli davranışları, sözleri, hareketleri büyükler tarafından hep horlandı. Pek çok yerde alay konusu oldu. Onu daima dışladılar, aralarında barındırmadılar. O da ne yapsın, çareyi, sevgili küçük dostlarından ayrılmamakta buldu.
    Koşardı, dere boyunda uzun koşulara çıkardı. Daha ileriye, daha ileriye gitmek, oraları da görmek isterdi. Severdi koşmayı. Koşmadan, terlemeden bir yaşam düşünemezdi. Hele o koşudan sonrası sıfır noktasına gelme, şu dünyanın tüm dertlerinin, sıkıntılarının birkaç saatliğine de olsa sıfırlandığı enfes zaman dilimini tatmayan bilmezdi.
    Şu bizim ördek yani Omar, ormanda yalnız başına gezerken, bir ağacın arkasından çıkıp ayağını ısıran tilkiden zor kurtuldu. Tilkinin sivri dişlerinden öteki ayağıyla vurduğu tekmeyle kurtulan Omar, kaçarak canını kurtardı. Yuvasına gidip ayağını yıkadı, temiz bir bezle sardı. İki gün dinlenen Omar, daha sonra dere kıyısında kısa yürüyüşlere çıkarak ayağının hareket kabiliyetini geliştirmek istiyordu. Sol ayağı üzerine tam basamama durumu vardı ya zamanla düzelir diyordu. Diğer yandan hayat devam ediyordu. Omar ağır aksak yürüyüşüyle küçük dostlarının yanına gitti. Dostlarının hepsi, Omar’ın durumuna çok üzüldüler. Omar’ın gözyaşlarına hakim olamaması sonucu, onunla birlikte ağladılar.
    Dile kolay aradan tam altı ay geçti. Bu sürede onun ayağı hiçbir düzelme göstermedi. Sol ayak topuğundaki yara kapanmış, tamamen iyileşmişti ama topuğunun üstüne basmakta güçlük çekiyordu. Bastığı zaman da ne biçim acıyordu. O, en çok koşamadığı için üzülüyordu. Yaşıtları büyük ördekler, onun yürüyüş şeklini gülümsemeyle karşılamışlar ve ona gerçek adını unutturmuşlardı. Artık yeni bir adı vardı: Topal Ördek

    SON


    ODUN YARICI
    Bugün günlerden ne acaba? Dün ağustos ayına girdik. Bugün ayın ikisi, hafta ortası falan olsa gerek. Her neyse çarşamba veya perşembe ne fark eder? Hava da çok sıcak. Boğucu bir sıcaklık var. Ter içinde kalmışım. Biraz daha gezeyim sonra dinlenirim. Zaten vakit de öğleni geçeli bir saat oluyor. Bugün de iş çıkmayacak galiba. Üç dört gün önce yarım araba odun kesmiştim. O zamandan bu yana boşa dolaşıyorum ya neyse. Gezmeden, dolaşmadan da olmuyor ki. Kim bilecek benim evi de gelecek, “ Hasan Usta, gel bizim şu odunları kesiver “ diyecek. Sonbahar geleydi işler açılırdı, ama oraya daha iki ay var. Tek tük yazdan odun alanlar olmasa bilmem ne olurdu?

    Geçen yazın bu sokakta, galiba şu evin bahçesinde odun kesmiştim. İyi de para vermişlerdi. Bakalım belki yine odun aldılarsa çağırıverirler belki. Sesleneyim biraz durup da: “ Haydi, odun yarıcı geldi, odun yarıcı…Haydi, odun yarıcı geldi, odun yarıcı…” Ses seda yok. İş çıkmayacak galiba. Boş ver. İçim de bayılmaya başladı. Acıkmışım. Sabah evde içtiğim çorba hepsi o kadar. İlerde bir bakkal olmalıydı. Bir ekmek alıp, yarısını yiyip, yarısını torbaya koyup, akşama saklamalı.
    Oh be, dünya varmış! Neredeyse ekmeğin tümünü yiyiverecektim. Az kaldı ya, pasta gibiymiş. Üstüne çeşmeden kana kana bir de su içtim, kendime geldim azıcık. İyi ki, bu çınarın dibine oturmuşum. Gölgelik, serin burası. Dinleneyim on beş yirmi dakika burada. Karşıdan gelen şu genci birisine benzeteceğim, ama kime? Dur bakalım, yaklaşsın biraz. O’na benziyor ama O değil. O olsaydı, durup şöyle bir bakar, mutlaka beni tanır, hiç çekinmez gelir yanıma oturur, hal hatır sorar konuşurdu. Bu kafasını kaldırıp bakmadı bile. Olsun canım, ben bu genci de pek sevdim. Beni iki üç ay öncesine döndürdü.

    O’nu daha önceden de görmüşlüğüm vardı. Ben bu ihtiyar halimle, baltam omzumda, kesilecek odun ararken yollarda birkaç defa denk geldiydi. Yanımdan geçerken yavaşlar yüzüme bakardı. Dikkat ederdim, gözleri yaşarır gibi olurdu. Bir iki derken rast geldiği, acaba dedim beni dedesine falan mı benzetiyor da ondan ağlamaklı oluyor. Sonra hiç unutmam tenha bir sokakta oturmuş, öğle vakti ekmeğimi yiyordum. Yoldan geçerken gördü beni, yanıma geldi, oturdu. Hal-hatır sordu. Oldukça mütevaziydi. Laf lafı açtı. Beni sordu: Yaşım 65 dedim. Tek odalı bir evim var dedim. Gençliğimden beri hep oduncuyum dedim, anlattım durdum. Kendisi hikayeler yazarmış. “ Senin için de bir hikaye yazacağım dede, dedi. Herkes seni bu hikaye ile tanısın, bilsin, yaşasın istiyorum “ dedi. Acaba yazdı mı ki?..

    SON


    KRAL PORTAKAL ÇARLİ
    Portakal bahçesinin kralı Çarli hava kararmaya başladığında sessizce ağaçtan aşağı süzüldü. Bir ağacın altına gidip toprağı çapalamaya başladı. Aradan yarım saat geçmeden portakalların hepsi aşağı inmiş ve işe koyulmuş olacaktı. Bir gece devriye komutanı, Çarli’nin yanına geldi. Çarli doğrulurken çapasını yere attı ve gülümseyerek sordu:
    “ Evet komutan, haberler nasıl? “
    Komutan:
    “ Efendim, dedi, istilacı ısırgan otları sınıra çok yaklaştılar. Isırganların başı, portakal bahçesinde portakal kalmasın, ileri, diye bağırıp duruyor. Araya doldurduğumuz taşlar onları durduramazsa diye endişe ediyorum. “
    “ Endişelenmene gerek yok, komutan. Merak etme, taşlar onları durdurur. Bırak bağırıp çağırsınlar. Sesleri kısılınca çekip giderler. Elma bahçesini, armut bahçesini ve ötekileri defalarca uyarmıştık, ama bizi dinlemediler. Sınırlarınıza taş döşeyin, ısırganlarla savaşmayın, sonu belli olmayan bir maceraya atılmayın dediğimizde bizimle nasıl alay ettiklerini bilirsin. Neymiş efendim, onlar korkak değillermiş. Isırganları duman ederlermiş. Sonuç ortada. Bu duruma çok üzüldük, ama başka ne yapabilirdik ki? Her neyse önemli olan, bundan sonrası. Isırganlar bizden bin kat kalabalık. Ateşin sönmesini bekleyeceğiz. “


    Kral Portakal Çarli, savaşmamakta bu derece kararlıyken ve savaş olmaması için gerekli önlemleri almışken, savaş olmasını beklemek yanılgı olur. Isırganlar çok değil, üç gün sonra portakal bahçesinin etrafındaki kuşatmayı kaldırıp çekip gittiler. Gerçi portakallarla ısırganlar savaşmamışlardı, ama savaş olmadan da zafer kazanılabilirdi. Zafer portakallarındı, çünkü portakallar olası bir savaşa ısırganları başlarından defetmek için gireceklerdi. İşte, ısırganlar defolmuştu.
    Kral Portakal Çarli, portakal bahçesini kurduğu belli bir düzene göre yönetmeye devam etti. Bahçede zengin portakal yoktu. Zenginin olmadığı yerde fakir zaten olmazdı. Özenme olmazdı, moraller bozulmazdı, kavga - kargaşa çıkmazdı. Gül gibi geçinip giderlerdi. Nitekim gül gibi geçinip gidiyorlardı işte.


    KOŞUCU PENGUEN
    Güney Kutbu’nda koşuya çok meraklı bir penguen yaşardı. Bu penguen devamlı olarak antrenman yapar, yarışmalara hazırlanırdı ve hep ön sırada yarışmayı bitirmeyi hayal ederdi, fakat ya sonuncu ya da sondan bir önceki olarak yarışı tamamlardı. En büyük başarısı ise, beş penguenin katıldığı bir yarışta üçüncü olmaktı. Bu duruma canı sıkılan koşucu penguen bir gün doğup büyüdüğü yerleri terk etti ve yüzerek Arjantin’e gitti. Koşucu penguen burada bir maymunla arkadaş oldu. Bir gün maymuna:
    “ Şu yüz metre ilerdeki ağaca kadar yarışsak, beni geçebilir misin? “ diye sordu. Maymun gülümsedi: “ Belli olmaz. Yarışalım da görelim bakalım kim önce ağacın yanına varacak. “ Biraz sonra yarış başladı. Son metrelere kadar koşucu penguen yarışı bir adım önde götürdü, fakat aniden hızını azaltıp, maymunun yarışı kazanmasını sağladı. Bunda koşucu penguenin, yarışı kazandım gibi ama ya maymunun geçildi diye canı sıkılır da bir daha benimle yarışmazsa, diye düşünmesi etkili oldu. Sonraki günlerde koşucu penguen ile maymun arkadaşlıklarını sürdürdüler. Ara sıra yaptıkları yarışlarda bazen koşucu penguen, bazen de maymun birinci oldu. Günlerden bir gün iki kafadar tam yarışa başlarken, otların arasında bir hışırtı duydular. Hemen doğrulup sesin geldiği tarafa döndüler ve bir kaplumbağanın kendilerine doğru geldiğini gördüler.

    Koşucu penguen: “ Merhaba arkadaş, biz karşıdaki ağaca kadar yarışacağız. Bu yarışa sen de katılmak ister misin? “ diye sordu.
    Kaplumbağa: “ Ben ikinizi de geçerim “ dedikten sonra, koşucu penguenin ilk, maymunun ikinci sırada tamamladığı yarışta onlardan çok çok sonra yarışı tamamladı. Üçü daha sonraki günlerde defalarca yarıştı, kaplumbağa her yarıştan önce iddialı konuştu fakat hep sonuncu oldu. Bir gün kaplumbağa kaplumbağalar arası koşu yarışmasına katılacağını ve birinci olacağını söyledikten sonra: “ Kesin birinci benim. Bak görürsünüz, ben yarışı en ön sırada tamamlarım. Onlar benle boy ölçüşemez. Zafer benimdir “ dedi. Kaplumbağa yarışı baştan sona önde götürüp birinci oldu.

    Maymun da maymunlar arası koşu yarışmasına katıldı ve dördüncü oldu. Maymun yarışma öncesi hep birinci olamayacağını söyledi. Koşucu penguen çok uğraştı birinci olacağına inandırmak için. Aralarındaki tartışmalar neredeyse kavgaya dönüşecekti ki, koşucu penguen fazla ileri gitmedi: “ Sen birinci olacağım demedikten sonra, kendini buna inandırmadıktan sonra zaten birinci olamazsın. Kazanmak için, kazanacağım demek gerekir. Bu kibirlilik demek değildir, büyük düşünmek demektir. Büyük düşünmeden büyük işler başarılamaz. Kazanacağım, birinci olacağım de, birinci ol “ diyerek çok ısrar etti fakat dinletemedi.

    Burada maymunu fazla suçlamamak gerekir. Maymun yakın çevresinden büyük düşünmenin ve büyük konuşmanın yanlış olduğunu pek çok defa dinlemişti. Bu ortaçağ kalığı zihniyeti onun kafasından söküp atmak zordu. Koşucu penguen bu durumun farkına vardığı için, yarışmadan sonraki günlerde aynı konuyu maymunla tekrar tekrar konuşmak ihtiyacını hissetti. Maymunun şampiyon olacağına inancı sonsuzdu. Aradan zaman geçti ve öyle bir an geldi ki, maymun birinciliklere abone oldu.

    Bir süre sonra koşucu penguen, Güney Kutbu’na geri dönmeye karar verdi. Tanıdıklarıyla vedalaştığının ertesi günü sahile indiğinde on binlerce orman hayvanının göz alabildiğince okyanusun önünde sıralandığını gördü. Az sonra giderek genişleyen birçok dairenin ortasında kalan koşucu penguen, on binlerin “ Arjantin senin vatanın, gitme burada kal “ şarkısını söylemeye başlamasıyla duygulandı ve gözleri doldu. Bu kadar çok sevildiği Arjantin’de kalmayı düşündü. Şarkı bitince koşucu penguen gür sesiyle: “ Arjantin benim vatanım, gitmiyorum, burada kalıyorum “ diye bağırdı.

    SON

    Yazan: Serdar Yıldırım
    Konu Serdar Yıldırım tarafından (06-28-2021 Saat 09:33 PM ) değiştirilmiştir.

Benzer Konular

  1. Yakışıklı Geyik - Serdar Yıldırım
    By Serdar Yıldırım in forum Ədəbiyyat
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10-22-2016, 07:44 PM
  2. Cici Kuş - Serdar Yıldırım
    By Serdar Yıldırım in forum Ədəbiyyat
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10-22-2016, 07:43 PM
  3. Deve Kervanı - Serdar Yıldırım
    By Serdar Yıldırım in forum Ədəbiyyat
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10-22-2016, 07:39 PM
  4. Robot Kartal - Serdar Yıldırım
    By Serdar Yıldırım in forum Ədəbiyyat
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10-22-2016, 07:37 PM
  5. Koşucu Penguen - Serdar Yıldırım
    By Serdar Yıldırım in forum Ədəbiyyat
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10-22-2016, 07:35 PM

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  

Search Engine Optimization by vBSEO 3.6.1 ©2011, Crawlability, Inc.