Meşhur Türk Hükümdarı Timurlenk'e:

— «Seni erlikten başbuğluğa yükselten nedir?..» diye sordular. Timurlenk şu cevabı verdi :

— Asla ümitsizliğe düşmedim... O kadar zorlukla karşılaştığım halde hiç birisinden yılmadım ve bir maksadıma erişmek için bir karınca bana örnek oldu: Birgün düşmanlarımdan kaçmış bir harabeye sığınmıştım. Her yerden ümidi kesmek üzere olduğum bir anda gözüm bir karıncaya ilişti. Karınca kendinden büyük bir buğday danesini almış bir yıkıntının üzerinden aşırmak için uğraşıyor, fakat taşıdığı şey kendisinden büyük olduğu için sonuna kadar götüremiyor, düşürüyordu. Dane yuvarlanarak duvarın dibine düşüyor, karınca tekrar inip rızıkını alıp götürmeye uğraşıyordu. Bu hal elliden fazla oldu ama, karınca da nihayet maksadına erişti. Karıncanın bu azmini gördükten sonra bende bir ümid peyda oldu. Kendi kendime : «Ben bu karınca kadar da mı olamayacağım.» dedim ve maksadıma erinceye kadar hiç bir zorluktan yılmadım.


Bir gün beyleri Sultan Mahmud'a :

- Eyaz denilen bu kölenin ne marifeti var ki sen ona otuz kişinin maaşı kadar maaş ödüyorsun? dediler.

Sultan Mahmud bu soruya o anda karşılık vermedi. Birkaç gün sonra beylerini alarak ava çıktı. Giderlerken bir kervanın gitmekte olduğunu gördüler.

Sultan Mahmud Beylerden birine :

- Git sor, bakalım bu kervan nereden geliyor? dedi.

Bey atını sürerek, gitti birkaç dakika içinde geriye döndü.

- Efendim kervan Rey şehrinden geliyor. dedi. Sultan Mahmud :

- Peki nereye gidiyormuş. diye sorunca bey susup kaldı.

Bunun üzerine Sultan Mahmud başka birini gönderdi. O da gidip geldi :

- Efendim, Yemen'e gidiyormuş.dedi.

Padişah :

- Yükü neymiş?deyince o da sustu kaldı.

Bu defa padişah başka bir beye :

- Sen de git yükünü öğren!. dedi.

Bey gitti geldi :

- Her cins mal var fakat çoğu Rey kaseleri." dedi.

Padişah :

- Peki kervan Rey'den ne zaman çıkmış? diye sorunca bey susup kaldı cevap veremedi.

Padişah böylece tam otuz beyi gönderdi otuzu da istenen bilgileri tam olarak getiremedi.

Padişah son olarak Eyaz'ı çağırdı :

- Eyaz, dedi. Git bakalım şu kervan nereden geliyor. dedi.

Eyaz saygıyla padişahın huzurundan eğilerek konuşmaya başladı :

- Efendim, kervan görünür görünmez sizin merak ederek soracağınızı tahmin ettiğimden gidip gerekenleri öğrendim. Kervan Rey'den geliyor, Yemen'e gidiyor, yükü şudur, şu kadar at, şu kadar deve, şu kadar katırdan oluşuyor. Kervanda şu kadar insan var, onlardan şu kadarı silahlı... diye başlayarak kervan hakkında en küçük malumat varıncaya kadar anlattı. Bütün bunları beyler ağzı açık dinliyorlardı.

Böylece Eyaz tek başına otuz beyin edinemediği bilgiyi edinmiş, başaramadığı işi başarmıştı.

Yavuz sultan selim han mercidabık seferi için hazırlık yapılmasını emir buyurmuş.ordu kısada sürede hazırlanmış ve yola çıkılmış.Uzunca bir yol katedildikten sonra ordu dinlemeye çekilmiş dinlenilecek yerde ise her yer elma ağaçları ile dolu imiş.Ordu burada bir müddet dinlendikten sonra tekrar yola koyulur.bir sonraki dinlenme yerine vardıklarında yavuz sultan selim han vezirini yanına çağırır ve şöyle der:Canım çok elma istedi erlere bir sor bakalım elma varsa versinler der.Vezir dışarı çıkar ve çadır çadır gezmeye başlar ama hiçbirinde elma yoktur.Vezir Yavuz un huzuruna gelir ve efendim bir tane bile elma bulamadım der.Yavuz bunun üzerine şöyle der:Eğer bir tane elma çıksaydı vallahi bu seferden vazgeçerdim.Haram yiyen bir orduyla zafer kazanılmaz.

bir gün iran hükümdarı şah ismail düşmanı olan yavuz sultan selim hana bazı hediyeler yollar ama bu hediyeler çok değerli hediyeler halılar altınlar gümüşler
yakutlar deve deve yemişler ve bir de sandık hediyeler yavuza getirilir açılır ama o da ne içeriyi bir koku kaplar ama çok kötü bir koku nedir bu diye herkes aramaya başlar birde bakarlar ki sandığın dibinde insan dışkısı konulmuş
Yavuz Sultan Selim hemen buna bir cevap vermek için ulemalarını hocalarını toplar.Buna iyi bir şekilde cevap verilmesi gerekmektedir.ve yine cevabı kendisi bulur aynı hediyelerden kendiside hazırlatır ve vezirine kendisine bir kutu gül lokumu getirmesini ister ve lokumun altınada bir not yazar elçiyle şah ismaile yollar.şah ismail hediyeleri kabul eder ama içinde bir tereddüt acaba o bana ne dışkısı yoladı diye düşünürken içeriyi birden lokum kokusu sarar çok güzel kokmaktadır.Vezir lokumu ikram eder şah önce başkaları tatsın enson ben tadarım diyerek kendine göre önlem alır herkes lokumları yedikten sonra sıra şah ismaile gelir şah lokumu yer ve altındaki not gözüne ilişir.notta şöyle yazmaktadır
'İSMAİL HERKES KENDİ YEDİĞİNDEN İKRAM EDER'


Ubeydullah-ı Ahrâr'ın torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir:

"Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine;
"Siz burada durunuz!" buyurdu.

Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı:
"Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu."

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;
"Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı" buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir:

"Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr'ın şeklini ve şemâilini târif etti ve;
"O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı:

Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi:
"İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi;

"Korkma!" buyurdu.

Ben de;

"Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok." dedim.

Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm.

"İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver." buyurdu.

Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."